"ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ, YA DA 'RUM SULTANLIĞI' VE İLK HAÇLI SEFERLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR" başlıklı metnin devamı olan ve Selçuklu yönetiminin Moğol İlhanlı devletinin vasalı haline gelişini ve yıkılışını anlatan, ayrıca İlhanlı devleti hakkında da bilgiler veren aşağıdaki metin, 12 punto ile tam 34 sayfa tutmaktadır. Kaynakların çoğunluğu metnin içinde belirtilmişlerdir. Diğer zengin kaynak listesi, Türklerle ilgili kitabın tümü tamamlandığı zaman yüklenecektir. Kitap, araya giren olayları yazma kaygusu ile geciktirilmiştir. İyi okumalar dileğiyle...- Yusuf Küpeli, 2015.01.13
Yusuf Küpeli, BABA İSHAK AYAKLANMASI, ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİNİN MOĞOL İLHANLI (İL-KAĞANLIĞI) DEVLETİNİN VASALI HALİNE GELMESİ VE DAĞILARAK BEYLİKLERE AYRILMASI ÜZERİNE KISA NOTLAR
a) Baba İshak, ya da Babai ayaklanması üzerine kısa notlar
b) Moğolların kuzeyden ve güneyden ilerleyişleri, Anadoluda Moğol istilası, Erzurumun düşüşü, Kösedağ savaşı, Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol İlhanlı Devletinin vasalı (kölesi) haline gelmesi, Altın Ordu (Kıpçak Kağanlığı) ile ilişkiler, çalkantılı yıllar, dış güçlerin de müdahil oldukları iç çatışmalar üzerine kısa notlar
c) Anadolu (Rum) Selçuklu Devletinin ve Moğol İlhanlı Devletinin yıkılışları ve ilk Anadolu beyliklerinin şekillenişleri üzerine çok kısa notlar
|
a) Baba İshak, ya da Babai ayaklanması üzerine kısa notlar
Moğolların önünden Anadoluya akan Türkmenler, biçimsel olarak Müslüman olmakla birlikte, özünde eski inançlarından, Şamanizme bağlılıktan kopmamışlardı. Eski İran dini Zoroastrianismde olduğu gibi iyilik ile kötülüğün kaynaklarını kesin çizgilerle birbirinden ayıran Şamanizmin etkisindeki Türkmenler, daha önce de ifade etmiş olduğum gibi, Sünni İslam tarafından -Kuranın metninin dışında işlerle uğraşan anlamına- batıni katagorisi içindeki tarikatları (yolları), özellikle Zoroastrianismden etkilenmiş Sufi İslamın değişik biçimlerini seçmişlerdi. Bunlara manevi anlamda önderik edenler de, eski Şaman giysilerini atıp, kolayca, sade, ucuz, yün dokuma Sufi deviş hırkalarına bürünen ve sonderece basit bir yaşam süren Sofular olmuşlardı...
Sınırlı bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, efsanevi bir karakter haline getirilen Baba İshak, anlaşılan, Sufi deviş hırkası giymiş eski bir Şamandı; veya O, Şaman inançlarından kopmamış bir Sofu idi. Sofu sözcüğü, daha önce ifade etmiş olduğum gibi, grekçe bilgelik anlamına gelen Sofia sözcüğünden üretilmedir. Kısaca Sofu, akla, bilgiye sahip kişi, bilge kişi, anlamına kullanılmaktadır...
Anlaşılan O, Baba İshak, Anadoluya göçe zorlanmış olan Türkmenlerin ve savaşlardan yorulmuş yerli halkın acılarını yüreğinde duymuştu... Yazın otlak, kışın yerleşecek kışlak bulmakta zorlanan, yerel egemenlere ağır vergiler ödemek zorunda bırakılan bu göçerler, içinden geldikleri daha eşitlikçi ve daha özgür göçebe yaşam tarzı ile maddiyatın egemen olduğu bu yeni dünyayı karşılaştırmakta, ve eski dünyalarını özlemekte idiler...
Yine onlar, bu yeni gelmiş göçerler, Selçuklu aristokrasisinin lüks yaşamına tepki duymaktaydılar. Anlaşılan Baba İshak, göçerlerin sözkonusu duygu ve düşünceleri paylaşmaktaydı. O, aynen göçerler gibi, mevcut adaletsiz düzenin yıkılarak yerine daha adaletli ve göçebe anlayışına uygun daha paylaşımcı kardeşce bir düzenin kurulmasını özlemekteydi. Yine anlaşıldığı kadarıyla Baba İshak, bu yönde telkinlerde bulunmuş birisidir...
Yoksul bir yaşam süren göçerlerin ve halkın o dönemdeki yönetime duymakta oldukları tepkiyi daha iyi kavrayabilmek için, Doğan Avcıoğlunun Ebul-Ferec Tarihi II. S. 537den aktardığı şu satırlara bir göztalım: Gıyasettin Keyhüsrev, Gürcü Kraliçesinin kızını alır, çok sever. O, şarapçı sarhoş kuşlarla eğleniyor, işleri kölelerine bırakmış. Herbiri istediği gibi hareket ediyor. Kraliçe memleketinden Hiristiyan elbiseleri giyerek gelmişti. Katolikos ile kutsal adamlar ve Kilise papazları kendisine refakat ediyorlardı....
Yine Orta Asya Türkmen Sufi kültürünün en önemli karakteri Ahmet Yesevinin (1103- 1166/ 67), Sufi öğretinin temellerini yorumlayan, günlük yaşamla ilgili öğütler veren Divan-ı Hikmet adlı yapıtındaki (...) Benim garip halkım, korkunç talihsizlikler çağındayız!/ Vaktiyle usta olan okumuş kişiler,/ şimdi saldırgan, teşhirci ve ahmak oldular./ Gerçeği seven dervişler şimdi düşman kesildiler./ Benim garip halkım, gör bak: Bu dünya yokolmaktadır!/ Dünyanın sonu çok uzaktamıdır?.., dizeleri ile geçmişin çok daha eşitlikçi ve yoldaşca göçebe yaşamına özlem duyduğunu görmekteyiz. Orta Asyadan gelen Türkmenlerin başlattıkları Babai ayaklanması, Ahmet Yesevinin ölümünden yaklaşık yarım asır sonra gerçekleşmiştir. Kısacası, Baba İshak ile Ahmet Yesevi arasında da yaklaşık 50 yıllık bir zaman dilimi vardır. Bu açıdan bakılınca, daha adaletli ve daha eşitlikci göçebe Türkmen dünyasını özleyen Ahmet Yesevinin Baba İshak üzerinde düşünsel etkileri olduğu rahatca düşünülebilir...
Okuduğum herhangi bir metinde Ahmet Yesevi ile Baba İshak arasında bağlantı kurulduğuna rastlamadım ama, bana göre, ya da bu satırları yazana göre, Baba İshakın Ahmet Yesevinin eşitlikçi ve geçmişin göçebe yoldaşlığına özlem duyan düşüncelerinden etkilenmemiş olması olanaksızdır. Yine Ahmet Yesevide -Baba İshakın düşünce yapısında rastlandığı gibi- Şamanist inançtan kopmamış bir karakterdir. Yesevi, Şamanizmi İslam içine taşıyan Sufi bir düşünürdür. Bunların her ikisi de, hem Yesevi ve hem de Baba İshak, çok daha eşitlikçi göçebe dünyasını dağıtan, yoldaşlık anlayışını yıkan sınıflı toplum düzenine, gelişmekte olan sınıflı topluma karşı tepkilidirler. Elde Baba İshakın ideolojisi hakkında yazılı bir belge, ayrıntılı bilgi bulunamamış olsa bile, gerçeğin bu yönde olduğunu anlamak okadar zor değildir. Sadece o dönemin dünyasını, göçebe Türkmen dünyasını ve düşünce tarzını biraz daha iyi tanımak, anlamaya çalışmak gerekmektedir...
Yine aynı düalist dünya görüşüne sahip Sufi inançlara bağlı Türkmenlerde, daha önce de ifade etmiş olduğum gibi, Hiristiyanlıkta olan teslis inancına, baba-oğul-kutsal ruh üçlemesine benzer biçimde yaratıcı gücü (İslamiyette Allah) kişiselleştirme anlayışı bulunmaktadır. Ve ayrıca onlar, yaratıcı gücü, başta insan olmak üzere herşeyin içinde görmekte, -düalist dünya görüşüne bağlı olarak- kolayca idealize edip yücelttikleri ruhani önederlerini, Kul Himmetin Bir ismi Alidir, bir ismi Allah, veya Pir Sultanın Dağda, derya da, ovada/ Allah bir Muhammed, Ali , demesi gibi yaratıcı güçle aynılaştırmaktadırlar...
İşte bu inanç çerçevesinde, anlaşılan Baba İshak, memnuniyetsiz Türkmenlerin kafalarında yaratıcı güce eş koşulmuştur. Onun ölmezliğine inanılmıştır, ve Türkmenler ondan kendilerini kurtarmasını beklemişlerdir... Bazı anlatımlara göre, müridi olan Türkmenler, Onu, Baba İshakı, La İlahe İllallah, Baba Veli Allah olarak ta ifade etmişlerdir... Tüm bu yaşanmış olanlar, aslında, hem Türkmenlerin ve hem de Baba İshakın ortak trajedileridir...
Açık, net bir anlatım olmamakla birlikte, Baba İshak hakkında okumuş olduğum metinlerden çıkarttığım sonuca göre, Baba İshak, mevcut düzene karşı etkileyici vaazlar vermiş olmakla birlikte, bir ayaklanmanın o koşullarda başarıya ulaşabileceğini düşünmemiştir. O, adıyla anılan ayaklanmanın başına geçmemiştir. Onun önderliği, daha çok düşünsel anlamdadır... Zaten O, bulunduğu Güneydoğu Toroslar yöresinden, müritlerinin çoğalmış olduğu Kefersud havalisinden tek başına Kuzeybatıya, Amasyanın bir köyüne doğru göçetmiştir. Onun bu şekilde uzaklaşması, ayaklanmanın başlayacağı coğrafyadan uzaklaşması, sözkonusu tavrının kanıtlarından birisidir... Kefersud, Güneydoğu Torosların başlangıcındaki Nemrut Dağının güneybatısında yeralan Adıyaman ilinin bir ilçesi olan Sumeysat (Simsat, Samsat) yakınlarında bir köydür... Fakat yine de ayaklanma, kurtarıcı, belki de beklenen Mehdi olduğu sanılan ve ölmezliğine inanılan Baba İshak adına buralardan başlatılmıştır...
Avcıoğlunun anlatımına göre Baba İshak, kendisini peygamber ilanettiğinde, ya da bu satırları yazana göre buna zorlandığında, veya hatta kendi iradesi dışında müritleri tarafından peygamber olarak anılmaya başlandığında, Baba Resul (resul= elçi, peygamber, haberci), veya Baba Resulullah olarak anılmaya başlanmıştır. Hatta yukarıda ifade etmiş olduğum gibi, yaratıcı gücü kişiselleştiren, başta insan olmak üzere herşeyin içinde yaratıcıyı arayan birkısım Sufi düşünce yapısına uygun olarak O, yaratıcı güç ile, İslamın Allahı ile dahi aynılaştırılmış, özdeşleştirilmiştir. Bir anlama, İsanın başına gelmiş olan, Onun da başına gelmiştir. Bilindiği gibi -Yahudi tapınağındaki tefeciliğe karşı çıkmış olduğu için çarmıhta acılı bir ölüme yollanmış olan iyi yürekli- İsada, tanrısal bir güç olduğunu, tanrı olduğunu iddia etmemiştir ama, ondan birşeyler umanlar, ve ayrıca Onun trajedisini politik anlamda bir yönlendirme aracı olarak kullanmak isteyenler, kendi iradesi dışında İsayı yaratıcı güç konumuna yükseltmişlerdir... Avcıoğluna göre, Haçlı kaynaklarında aynı kişiden, Baba İshaktan, Paparoissole olarak sözedilmektedir. Bildiğiniz gibi Hiristiyan inancında papa sözcüğü, baba anlamınadır. Bu ifade aynızamanda, baba-oğul-kutsal ruh İsa veya İsanın yeryüzündeki temsilcisi anlamına da gelebilir...
Sadece Türkmenlere değil, Kürtlere ve Hiristiyanlarada vaaz veren, onları da safına çağıran Baba İshak, Prof. Osman Turana göre, zahidane (zahid= dinin emirlerine katı biçimde bağlı, sofu) bir yaşam sürmektedir. O, sürekli oruç halindedir, kimseden birşey kabuletmemektedir. Kısacası Baba İshak, sonderece kanaatkar ve yoksul bir yaşam tarzına sahiptir...
Bu satırları yazana göre, Baba Resulun aynızamanda Kürtler ve Hiristiyanlar üzerinde etkili olabilmesi gerçeği, muhtemelen, Onun Hiristiyanlıkta da varolan olan düalist düşünce yapısı ve teslis anlayışı nedeniyle olmalıdır. Zaten bölge halkı üzerinde, -iyilik ile kötülüğün kaynaklarının ayrılması ve bunların sürekli karşı karşıya gelmeleri anlamına- düalist İran dini Zoroastrianismin etkileri henüz sürmekteydi. Yine düalist bir evren anlayışına sahip olan ve İsayı sadece saf bir iyilik kaynağı olarak gören Hiristiyan inancının da aynı halk üzerinde etkileri vardı. Hem asıl olarak Zoroastrianismden, hem Hiristiyanlıktan, hem Budismden, ve hem de bazı Mezopotamya mitolojilerinden esinlenmiş eklektik ve düalist bir inanç biçimi olan Manicheismin de aynı bölge halkı üzerinde izleri sürmekteydi... Türkmenlerin Sufi inançları da, Şamanismin izlerini taşıdığı kadar, Zoroastrianismden, Hiristiyan kozmolojisinden, ve Manicheismden derin biçimde etkilenmişti, ve etkilenmiştir. Bu nedenle, bölgedeki Kürt ve ayrıca Hiristiyan halkın, Baba İshak ile düşünsel anlamda rezonansa gelebilmesi zor değildi... Şüphesiz, mevcut toplumsal haksızlıklardan Hiristiyan ve Kürt halkın bezmiş olması gerçeğini de buna eklemek gerekir...
Hem Doğan Avcıoğluna ve hem de Prof. Osman Turana göre Baba İshak, bir ara, ilk gözükmüş olduğu Malatyanın güneyinden, Fırattan Güneydoğu Toroslara, Besniye, Adıyamana, ve Maraşa uzanan bölgeden, mürütlerinin çoğaldığı Kefersud çevresinden kaybolacaktı. Ve ardından O, Anadolunun kuzeybatısında, Amasyanın bir köyünde ortaya çıkacaktı...
Okuduğum metinlerde dikkat çekilmemekle birlikte, bu yöre, Amasya, Tokat, Niksar yöreleri, daha önce yazmış olduğum gibi, I. Kılıç Arslan ile birlikte 1090lı yıllarda Haçlı Seferine karşı savaşmış ve Türkmen halkın gözünde ermiş mertebesine yükseltilmiş Dânişmendi Gümüş-tekin soyundan gelenlerin, Danişmendilerin egemen oldukları bir bölgeydi. Yine önceden yazılmış olduğu gibi, daha sonra, ileride, Antakya Prensi Bohemondun fidyesinden Kılıç Arslana pay verilmemesi nedeniyle Dânişmendi Gümüş-tekin ile Kılıç Arslanın arası açılmıştı, ve onlar aralarında savaşmışlardı... Bohemeond, 1103 yılında, Danişmende ödediği yüklü fidyenin ardından serbest bırakılmış ve Antakyaya dönmüştü ama, bu fidyeden I. Kılıç Arslana pay verilmemişti... Bundan sonra da Danişmendiler ile Anadolu Selçuklu Hanedanı arasında bir rekabet, çatışma sürüp gitmeye başlamıştı...
Şüphesiz kesin birşey söylemek olanaksızdır ama, Baba İshakın gelip Amasya yöresine, Selçuklu Hanedanından hoşlanmayan Danişmendilerin yoğun olduğu bir bölgeye yerleşmiş olması, acaba tesadüfmü idi?, yoksa bilinçli ve planlı bir seçim mi idi? Bence, bu satırları yazana göre, Baba İshakın yeni yerleşimi bilinçli bir seçimdi. Fakat yine de olayla ilgili anlatımlarda çok büyük boşluklar olduğu için, kesin birşey söylemek zordur... Bu satırları yazanın duygularına ve düşüncesine göre, Güneydoğu Toroslar yöresine yeni gelmiş göçebe Türkmenler tarafından, sadece bu göçerler tarafından başlatılacak bir isyanın başarısına inanmayan Baba İshak, propogandasını Danişmendilerin yoğun olduğu bölgede de sürdürerek, Anadoluda varolan tüm memnuniyetsiz Türkmen unsurları birleştirmek, ve bundan sonra harekete geçmek istemiş olabilirdi... Ya da O, gerçekte, kargaşa ve çatışma ortamından uzaklaşarak manastır yaşamına benzer bir yaşam içinde düşüncelerini geliştirmek istemişti Yani O, birçeşit inzivaya çekilmek istemişti...
Baba İshak, Amasya civarında bir köyde, boğaz tokluğuna koyun çobanlığı yapmaya başlamıştı. Herhangi bir ücret istemeden hayvanlara sevgi yüklü bakımı, şefkati, alabildiğine kanaatkar yoksul yaşamı ile O, yöre halkının sevgisini kazanmıştı... Baba İshak, hastalıklardan eşler arasındaki geçimsizliklere dek yöre halkının tüm sorunları ile ilgilenmekteydi. Halk, Onun kerametler gösterdiğine inanmaya başlamıştı. Ünü yayılınca O, bulunduğu köyün yakınındaki bir tepe üzerine küçük bir tekke inşaedip çile doldurmaya, birçeşit keşiş yaşamı sürmeye başlamıştı. Burası, Onun propoganda merkezi idi... Baba İshakın görüşlerini çevrede yayan müritleri, Amasya, Tokat, Çorum, Sıvas, Doğukarahisar bölgelerinde Onun etkinliğini arttırmaya başlamışlardı...
Baba İshak yanlıları, Maraş ve Urfa çevrelerinde de çoğalıp yayılmaya başlamışlardı. Avcıoğluna göre, Baba İshakın müridleri, tüm varlıkları ile Ona teslim olmuş izleyicileri, Urfa ve Harran çevresini kasıp kavuran Harizimşahlıları da kazanmaya çalışmışlar, onları Selçuklu yönetimine karşı savaşa davet etmişlerdi. Selçuklu yönetiminden kopmuş Harizimşahlıları safına çağırmış olması, Prof. Osman Turana göre, Baba İshakın zamanının politik koşullarını ne ölçüde iyi tanıdığının bir göstergesi idi...
Biraz farklı cümlelerle de olsa, hem Avcıoğlunun ve hem de Prof. Osman Turanın anlatımlarına göre, müridlerinin gözünde bir velî (ermiş) mertebesine yükseltilmiş olan Baba İshak, 1240 yılına gelindiğinde, Selçuklu Sultanı Gıyasettin Keyhüsreve karşı açıkça cihad ilanetmiştir... Mevcut bilgiler, Avcıoğlunun ve Prof. O. Turanın ifade ettikleri yönde olsa da, bu satırları yazana göre, iletişim olanaklarının sonderece sınırlı olduğu o günün dünyasında, Baba İshakın haberi olmadan, veya Onun bazı sözlerini yanlış yorumlayan birtakım müridleri, Onun adına cihad ilanedip savaşı başlatmış olabilirler. Çünkü, cihadın başlatıldığı Adıyaman ve Maraş çivarı ile Baba İshakın yaşamakta olduğu Amasya yöresi arasında çok uzun bir mesafe, kuş uçuşu en az 400 km, normal yol ile ise çok çok daha uzun bir mesafe vardır...
Doğan Avcıoğlunun aktarması ile, Resmi Selçuklu tarihçisi İbn Bibiye göre, Baba İshakın Kefersud ve Maraş bölgesine giden müridleri, Türkmenlere, at ve silahlarını hazırlamalarını söylemişlerdir. Müridler onları, ilanedilecek tarihte hazır olmaya, kötülerin kökünü kazımak, dünyayı düzeltme eylemini başlatmak, ve memleketler fethetmek için hazır olmaya davet etmişlerdir. Eyleme katılanlar ganimetten pay alacaklar, karşı çıkanlar ise acımasızca öldürüleceklerdir... Avcıoğlunun ve Prof. O. Turanın anlatımlarına göre Türkmenler, merkep, koyun, sığır gibi mallarını satarak at ve silah almaya davet edilmişlerdir...
Mallarını satıp silahlanan Türkmenler, Türk kabileleri ve obaları, Prof. O. Turanın ifadesi ile, her köşeden çekirgeler ve karıncalar gibi kaynaştılar ve savaşa başladılar. Yine Avcıoğlunun ve Prof. O. Turanın anlatımları ile, harekete geçmiş olan Türkmenler, Sumeysat, Kahta, Adıyaman bölgelerini işgaledip, kendilerine uymayan Müslüman ve Hiristiyan halkın mallarını yağmaladılar, canlarını aldılar. Malatya Subaşısı (şimdiki emniyet müdürü gibi biri veya garnizon komutanı) Muzaferiddin Alişir, isyanı bastırmak üzere, emrindeki güçleri ile Babailerin üzerlerine yürüdü ise de, savaşı kaybetti, bozguna uğradı. Malatyaya dönen Muzaferiddin Alişir, yeniden asker topladı, Germiyanlıları (ileride, 1302- 1429 yıllarında Kütahya yöresinde bir beylik oluşturacak olanlar) ve Kürtleri de safına katarak yeniden Babailerin üzerine yürüdü. Alişir, yeniden mağlup oldu... Üst üste kazanılan iki zaferin ardından moralleri ve inançlarına bağlılıkları yükselen Baba İshak yanlısı Türkmenler, Sıvas üzerine yürüdüler...
Direnen Sivas halkı ve Sivas garnizonu, Babailer karşısında başarısız kalınca, çevredeki Türkmeler de onların, Babailerin saflarına katılmaya başlayacaklardı. Karşı koyan Sivas ilerigelenlerini öldüren Babailerin ellerine çok sayıda ganimet geçecekti... Kafalarında ölümsüzleştirip yaratıcı güç mertebesine çıkarttıkları ve bu nedenle Baba Resul olarak adlandırdıkları ruhani önderleri Baba İshaka bir an önce kavuşabilmek için, onlar, Babailer, Tokat ve Amasya yönüne doğru harekete geçeceklerdi...
Bu satırları yazana göre, Babailerin, Baba İshakın yaşamakta olduğu Tokat ve Amasya yönüne doğru yürümeleri, bir an önce Ona kavuşmak istemeleri, cihad çağrısının doğrudan Baba İshak tarafından yapılmadığının, onun adına çağrının -bazı kolay kazanç peşindeki sabırsız ve işgüzar- müritleri tarafından yapılmış olabileceğinin göstergelerinden birisidir. O dönemde Baba İshakın Amasyanın bir köyünden tüm gelişmeleri denetleyebilmesi olanak dışıdı idi... Diğer yandan, yine bu satırları yazana göre, isyancıların Selçuklu Hanedanının merkezi, iktidarın kalbi Konya yerine, kuzeydeki alakasız Amasyaya doğru yürümeleri, sonderece büyük bir stratejik hata idi. Anlaşılan bu tavırları ile onlar, başlangıçta çok korkmuş, hatta paniğe kapılarak Beyşehir Gölünde bir adaya sığınmış olan Selçuklu Sultanı Gıyasettin Keyhüsreve, kendisini toparlaması için zaman kazandırtmışlardı...
Sultan Gıyasettin Keyhüsrev, kumandanlarından Hacı Armağanşahı (Mubarizeddin Armağan-şah) Amasya Subaşısı (emniyet müdürü veya garnizon komutanı) olarak atayacak ve onu Babai isyanını bastırmakla görevlendirecekti. İsyancılardan önce Amasyaya yetişen Hacı Armağanşah, Baba İshakı yakalatıp kale burcuna astırtacaktı... Bu satırları yazana göre, Baba İshakın kendisini güvenlik altına almaması, kolayca yakalanması, başlatılmış olan isyan ile doğrudan bağının olmadığının bir başka göstergesidir...
Prof. O. Turanın aktarması ile, daha önce adı anılmış olan Ebul-Ferec Tarihinde belirtildiği üzere, pusuya düşürülen Baba İshak, boğulduktan sonra kale burcuna asılmıştı... Anlaşılmış olduğu gibi bu kale burcuna asma işinden amaç, Baba İshakın sıradan ölümlü bir insan olduğunu göstererek Babailerin morallerini yıkabilmekti... Fakat Türkmenler, hala, Onun ölmediğine, sadece göğe uçup melekleri yardım için getireceğine, inanmaktaydılar... Hiristiyanların İsa-Mesihin ölmediğine, göğe uçtuğuna, birgün dönüp onları kurtaracağına, inanması gibi Türkmenlerinde Baba İshakın ölmediğine, sadece göğe uçup melekleri yardım için getireceğine inanmaları, Babailer ile Hiristiyanlar arasındaki düşünce paralelliğini göstermesi açısından ilginçtir. Birgün geleceğine inanılan kurtarıcı Mesih, veya Mehdi inancı, Ari kahraman Saoshyant olarak Zoroastrianism inancında da vardır. Hatta, Mehdi inancının kökleri buraya uzanır... Diğer yandan aynı inanç, Eski Ahitte (Tevrat), ve ayrıca hem Yedi İmam ve hem de 12 İmam Şia inançlarında ve bunların türevlerinde bulunmaktadır... Anlaşılan Türkmenler, Baba İshakı, İsa Mesih veya beklenen Mehdi yerine koymuşlardı... İslam dünyasında, ekonomik ve politik kriz dönemlerinde kurtarıcı bir Mehdi bekleyişi hep olmuştur. Ağır basan kanıya göre, İsadan Önce 600lü yıllarda başlamış olan Zoraastrianizmin dünyasında da, kriz dönemlerinde, hep bu benzer bekleyiş olmuştur...
Baba İshakın ölümsüz olduğuna, ölmediğine inanan Babailer, Baba resul Allah naraları ile Amasya Kalesine doğru saldırıya geçeceklerdi. Yaşanan şiddetli çatışmalarda, Mubarizeddin Hacı Armağanşah yaşamını yitirecekti. Sonuçta Amasya, Babailerin ellerine geçecekti...
Baba İshakın ölmediğine, onları zafere taşıyacağına inanan Türkmenler, bu kez Konya üzerine doğru harekete geçeceklerdi ama, bu satırları yazana göre, artık oldukça geçikmişlerdi. Selçuklu sultanına düşünmek ve gerekli tedbirleri almak için yeterince zaman kazandırmışlardı...
Avcıoğlunun ve Prof. O. Turanın anlatımlarına göre, Selçuklu Sultanı Gıyasettin Keyhüsrev, Erzurum Ucuna, Moğollara karşı yerleştirmiş olduğu orduyu, Babailerin üzerine sürecekti. Kayseriye gelen bu orduya, Sultanın paralı Frank (Fransız) ve Gürcü askerleri de katılacaktı. Böylece, sayısı 60 bin süvariye ulaşan Selçuklu ordusunun başına, kumandan olarak, Necmeddin Behramşah tayinedilecekti...
Bu olaylar yaşanırken, Konstantinoupolis (İstanbul) merkezli Latin İmparatorluğunun (1204- 61) varlığını sürdürdüğünü anımsamakta yarar vardır sanırım... Sözkonusu imparatorlukta Venedik yönlendirici güç olmakla birlikte, Fransızlar çoğunluğu ve askeri gücü oluşturmaktaydılar. Selçuklu ordusundaki paralı Frank askerleri, muhtemelen, sözkonus Latin İmparatorluğundan gelen birtakım maceracı unsurlardan oluşmaktaydı...
Amasyadan güneybatıya, Konyaya doğru yönelmiş olan Babailer, yollarının yarısında, Ekim veya Kasım 1240da, Kırşehir vilayetinin Malya ovasında, Selçuklu ordusu ile karşılaşacaklardı. Avcıoğluna göre, mükemmel silahlanmış 60 bin suvariden oluşan Selçuklu ordusu, başlangıçta, altı bin Türkmenden oluşan Babai gücüne karşı savaşmaktan kaçınacaktı. Babai gücünden en az on kat fazla olmalarına ve çok daha mükemmel silahlanmış olmalarına karşın, Baba İshakın efsanevi gücünden çekinen Selçuklu ordusunun Müslüman askerleri, savaşmak istemeyeceklerdi. Bu nedenle, Babailerin üzerlerine önce Hiristiyan askerler sürülecekti...
Prof. O. Turanın ifadesi ile, resmi Selçuklu tarihçisi İbn Bibiye, diğer yandan Süryani asıllı bir tarihçi olan Ebul-Ferece, ve ayrıca Beauvaise göre, Hiristiyan askerlerin başlarında, bir Frank (Fransız) kumandan ile Gürcü Şalvanın oğlu Phardavla bulunmaktaydı... (1190- 1264 yıllarında yaşamış olan Vincent of Beauvais, yani Beauvaisten Vincent, Papa IV. Innocent tarafından 1247de İranda bulunan Moğollara, Il Kağanlığına, ve ayrıca Ermenistana yollanan elçidir. Aynızamanda teolog, papaz olan bu kişi, orta çağın ünlü Fransız ansiklopedistidir...)
Prof. O. Turanın aktarması ile, Süryani Ebul-Ferece göre, Fransız askerleri hiddetten dişlerini gıcırdatmaktaydılar ama, yine de onlar, Baba İshakın gücünden çekiniyorlardı. Baba İshakın gücünden çekiniyor olmaları nedeniyle onlar, alınları üzerinde haç işareti yapmadan savaşa girmeyeceklerdi. Sözkonusu haç işareti, Fransız askerlerin dahi Baba İshakın manevi gücünden korktukları, bu şekilde korunmak istedikleri anlamına geliyordu...
Hiristiyan askerler Babailerin ilk saldırılarını tesirsiz bırakıp püskürtünce, Selçuklu ordusundaki Müslüman askerler de cesaretlenip savaşa gireceklerdi. Artık, Baba İshakın herhangi gizemli bir gücü olmadığını kavramışlardı. Sonuçta, Babailerin gücüne göre devasa sayılabilecek Selçuklu ordusu, ilk ağızda dört bin kadar Türkmeni, erkeklerle birlikte gelmiş olan kadın, çoluk-çocuk herkesi kılıçtan geçirecekti. İki-üç yaş civarında olan çocuklar dışında kimse sağ bırakılmayacaktı. Türkmenlerin tüm malları yağma edilecekti...
Selçuklu aristokrasisi sevinç içinde idi. Sefahat alemlerinin Sultanı Gıyasettin Keyhüsrev, yüreği ferahlamış olarak her tarafa fetih-nameler yollayacaktı. Kumandanlara hediyeler ve hilatler ihsan edilecekti (hilat= Sultan tarafından verilen ağır değerli kaftan). Askerlere evlerine dönmeleri emredilecekti... Bu ölçüde gürültülü bir kutlama, yenilen bir avuç isyancı için, savaşcı sayısı altı bin kişiyi zor bulan Türkmen için yapılmaktaydı... Diğer yandan, Moğol saldırısı kapıyı çalmaktaydı. Anadolu Selçuklu Devletinin sonu yakındı ama, Saray çevresi, önce İlhanlı (Il Kağanlığı) Moğolları karşısında vasallığı (köleliği) kabulederek varlıklı konumunu bir süre daha koruyabilecekti...
Geçmişin özgür göçebe yaşamına yönelik umutlarla başlamış olan kalkışma, trajik hüzünlü bir son ile noktalanmıştı. Değişip gelişen sınıflı toplum süreçleri içinde geçmişe dönüş, özgürlüğü geçmişte yakalayabilmek olanaksızdı ama, başkaldıranların daha farklı bir özgürlük anlayışlarının olabilmesi de olanaksızdı... İnsan soyu, muhtemelen, en geniş anlamda toplumsal özgürlüğü, en ileri teknolojilerin üzerinde yükselebilecek sınıfsız bir toplum yapısı içinde yakalayabilecekti. Bu düş, günümüzün de çok ötesinde bir geleceğe aitti...
b) Moğolların kuzeyden ve güneyden ilerleyişleri, Anadoluda Moğol istilası, Erzurumun düşüşü, Kösedağ savaşı, Anadolu Selçuklu Devletinin Moğol İlhanlı Devletinin vasalı (kölesi) haline gelmesi, Altın Ordu (Kıpçak Kağanlığı) ile ilişkiler, çalkantılı yıllar, dış güçlerin de müdahil oldukları iç çatışmalar üzerine kısa notlar
Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, ayaklanan ve Harran yörelerini kasıp kavuran Harizimşahlılara karşı, Anadolu (Rum) Selçuklu Devleti ile Kahire merkezli Eyyubi Devleti ortak hareket etmişlerdi. Babai ayaklanmasının bastırılmasının ardından, bu iki devlet tekrar karşı karşıya geleceklerdi. Sözkonusu ayaklanmayı fırsat bilen Eyyubi Devleti ordusu, almak amacıyla Diyarbakırı kuşatacaktı. Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, yerel Kürt yöneticiler, 1240 yılında, Diyarbakırı ve çevresini Selçuklulara teslim etmişlerdi... Selçuklu Devleti, geleneksel politikasına uygun olarak, Amid (Diyarbakır), Mardin ve Silvan (Meyyâfârkin, Mayyafariqin) bölgesini kontrolu altına alma peşindeydi... Diyarbakır-Mardin-Silvan üçgeni, ekonomik değerinin, ticaret yolları üzerinde olmalarının ötesinde, doğu sınırlarının korunması açısından da önem taşımakta idi...
Eyyubi ve Selçuklu orduları, Diyarbakır (Amid) ve Meyyâfârkin (Silvan) önlerinde karşı karşıya geleceklerdi. Bu yıllarda Meyyâfârkin (Silvan) ve Mardin, bölgede küçük bir Türkmen beyliği olan Artukoğullarının (Artukoğlu Hanedanı, Mardin ve Silvan, 1104- 1408) ellerinde idi. Aslında Artukoğulları, 1098- 1232 yıllarında Hasan-Keyf ve Diyarbakır üzerinde de egemendiler ama, 1232 yılında bu yörelerdeki Artuklu egemenliği Selçuklular tarafından parçalanmıştı... Güçlü devletlerin arasında kalmış olan Artukoğulları, yükselen politik dalga ile uyumlu olarak, ya Anadolu Selçuklu Devletinin, Ya da Eyyubi Devletinin vasalı (kölesi), bağımlısı olarak varlıklarını sürdürmekte idiler- ileride onlar, Moğollar ile de birlikte varolacaklardı...
Moğollar kapıyı çalarlarken yaşanan Selçuklu-Eyyubi çatışmasını, Rum Selçuklu Devleti ile Eyyubi Devleti arasındaki savaşı durdurmak amacıyla, Bağdad Halifesi araya girecekti. Halifenin icazeti ve Eyyubi Devletinin kabuletmesi sonucu, Artuklu hükümdarı Ebul Muzaffer Şehabeddin Gazi, 1241 yılında, nasıl Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubada bağlı idi ise, Onun oğlu II. Gıyasettin Keyhüsreve de bağlı olacağını bildirecekti. Böylece, sözkonusu çatışma durdurulacaktı... Gelişmeleri Moğollarda izlemekte idiler...
Prof. Osman Turanın yazdığına göre, sözkonusu gelişmeler olurken, 1240 yılında, Moğol Kağanı Tuli, Şehabeddin Gaziye, İsfahanlı Müslüman bir elçi ile mektup yollayıp, kendisine boyun eğmesi ve bunun kanıtı olarak ta kentlerinin surlarını yıkması talebini, bildirecekti. Türk-Moğol geleneğine uygun olarak Kağanın mektubu, Gök-Tanrının (Tengri olmalı) şarkta ve garpta, bütün dünya da nâibi (vekili) bulunan Kağandan, ifadesi ile başlamaktaydı. Anlamış olacağınız gibi Moğollar halen Şamanist idiler ve Moğol Kağanı iktidarını Tengriye, Yüce Göğe dayandırmakta idi...
Artuklu hükümdarı Şehabeddin Gazi, Moğol Kağanına, Benim memleketim Rum (Anadolu), Suriye ve Mısır ölçüsünde bir kıymet ifade etmez, oralara git ve istediğini yap, biçiminde bir yanıt verecekti... Bu satırları yazana göre sözkonusu yanıt, moral açısından pek hoş değildi. Şehabeddin Gazi, gelmekte olan belayı, Eyyubi Devletinin üzerine yıkarak kurtulmayı düşlemekteydi. Buna karşın Moğollar, ne yapacaklarını biliyorlardı... Yine anlamış olacağınız gibi, Selçuklu-Eyyubi çatışmasının durmasında, ve Şehabeddin Gazinin alel acele Rum Selçuklu devletine bağımlılığını ilanetmesinde, sadece Bağdad Halifesinin değil, aynızamanda sözkonusu mektubun da etkisi olmuştu...
Moğolların Anadolu (Rum) Selçuklu Devletinin üzerine hemen yürümemelerinin, biraz beklemelerinin nedeni, o sıralarda Karadenizin kuzeyinden Avrupa içlerine ilerlemeleri, Macaristanı fethetmeleri, Dalmaçya kıyılarına dek inmeleri, Viyana önlerine gelmeleri ile ilgili idi. Kısacası, başka alanlarda savaş halinde idiler, meşguldüler... Bir de onlar, Selçukluların gerçek gücünü tartmak istemişlerdi... Moğolların aynı süreç içinde İranı ve Kafkasları fethetmeleri, ticaret yolları üzerinde tam denetim kurma, ve ordularının ikmal olanaklarını garanti altına alma istemi ile ilgiliydi...
Volganın doğusunu yöneten Cengizin torunlarından Batu (1205?- 1255), amcası Ögedeyin buyruğu ile, 1236 yılında, 150.000 kişilik bir süvari ordusunun başında Avrupaya doğru saldırıya geçmişti. Bunlar, hafif süvari birlikleri idiler... Moğol- Kıpçak orduları, günde yüz kilometre mesafeyi, günümüz zırhlı birlikleri için bile zor gözüken bir mesafeyi alabiliyorlardı... Cengiz Kağanın 1227 yılında ölümünün ardından varisleri, dokuz yıllık bir beklemeden sonra, başkent Karakurumda, yeniden Batıya doğru genişleme kararına varmışlardı...
Batuya bağlı birlikler, Batunun generallerinden Süböteyin fili komutasında, 1239 yılında tüm Ukraynayı almış ve Kieve girmişti. Aynı ordu, 1240 yılında, üç koldan Avrupa içlerine doğru ilerleyecekti. Kuzeyden giden, ve Donmuş Oder nehrini aşan Baydar, Kadan ve Orda komutasındaki bir tümen atlı (Bazı kaynaklara göre iki tümen atlı. Bir Batu Ordusu tümeni, 10 bin askerden oluşuyor.), kendisinden yaklaşık iki kat kalabalık olan ve birçok kaynağa göre sayısı 30- 40 bin kişi arasında değişen bir ortak Alman-Polonya ordusunu, 9 Nisan 1241 günü (bazı kaynaklarda 15 Nisan günü) neredeyse tamamen yokedecekti... Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti, Babai ayaklanmasını bastırma çabası içindeydi...
Üç ayrı kol halinde ilerleyen Batuya bağlı sözkonusu bozkır ordusu, 1241 Nisan başında Peşte önünde birleşecekti... Savaşı yitiren Macar Kralı IV. Bela (1206- 1270; krallığı, 1235- 70), Hırvatistana kaçacaktı. İstilacı Moğol-Kıpçak ordusunun bir bölümü, 1242 yılının başında, yenik Macar Kralı Belayı bulabilmek için Hırvatistana girecekti. Bu bozkır suvarileri, Dalmaçya kıyılarına dek ineceklerdi... Batunun ordusunun Balkanlar üzerindeki manevraları, Moldovia (Buğdan), Romanya, Macaristan, Slovenya ve Hırvatistan coğrafyası ile sınırlı kalmayacaktı. Sözkonusu suvariler, Bulgaristana da gireceklerdi... Peşteyi yakan Batu orduları, 1241 yazında Tunayı geçerek Viyana önlerine gelecekti... Sonunda, 1241 yılı biterken, Ögedey Kağanın Moğolistanda ölmesi, Batıyı daha büyük felaketlerden kurtaracaktı... Ögedey Kağanın ölüm haberi üzerine bu bozkır ordusu, yeni bir Kağan seçimi için Bulgaristan üzerinden, ve Karadenizin kuzeyinden geriye çekilecekti...
Ögedey Kağanın 1241de ölmesi üzerine Batuya bağlı birlikler, -yanlarına bir grup Alan savaşcısını da alarak- Karadenizin kuzeyinden Moğolistana, Karakuruma doğru çekileceklerdi. Buna karşın, Tunanın kuzeyinden Karpatlara, tüm Karadenizin kuzeyine, Ukrayna düzlüklerine, Urallara, Kafkaslara, Hazarın kuzey yarısından Güney Sibiryaya dek Moğol-Kıpçak koalisyonunun egemenliği sürecekti... Karadenizin kuzeyinde ve batısında sözkonusu gelişmeler yaşanırken, İran platosuna ve Kafkaslara yerleşmiş olan Moğollar, Anadolu Selçuklu Devletinin gücünü tartmakla meşguldüler. Babai ayaklanması, bu konuda onlar için bir ölçü olacaktı...
Şimdiki Rusyanın çok büyük kısmını, Ukraynayı, ve Kırımı, Güney Sibiryayı içine alan Kıpçak Kağanlığının temelleri, 1240 yılında atılmaktaydı. Yine Moğollar, kuzey ve güney Kafkasyada, İranın batı bölgelerinde egemendiler. Moğol orduları, Anadolu (Rum) Selçuklu Devletinin sınırlarında manevralar yapmakta, bu devletin gücünü ölçmekte idiler... Anadolu Selçuklu Devletinin Babai ayaklanması karşısında bocalaması, küçük Babai gücünün üst üste zaferler kazanması, isyanın, Erzurum ucundan getirtilen ve Hiristiyan güçlerle takviye edilen 60 bin kişilik bir ordu ile ancak bastırabilmesi, Moğolların gözlerinden kaçmamıştı. Prof. O. Turanın aktarması ile, -daha önce anılmış olan dönemin karakterlerinden- Beauvaisin yazdığına göre Moğollar, Gıyaseddin I. Keyhüsrevin eğlenceye düşkünlüğünün kendileri açısından avantaj olduğunu düşünmekteydiler. Yine Moğollar, Babai ayaklanması karşısında Selçukluların zaaf göstermesi üzerine, bu devlete saldırma konusunda cesaretlenmişlerdi...
Daha önce, 1239 yılında Gürcistanın, Karsın ve Aninin Moğollar tarafından alınması ile adı anılmış olan Noyan (bay, bey, mister, monsieur) Cormagonun yerine, 1241 yılında Noyan Baycu atanacaktı... Artık Moğol ordusu içinde Gürcü ve Ermeni birlikleri de vardı. Daha önce Sinbadda haklarında geniş bilgi verilmiş Güney ve Kuzey Osetya halklarının ataları olan Alan halkı, ve İsadan önce İskit ve Sarmat konfederasyonlarının üyeleri olan savaşcı Alan halkı, Moğol birliklerine çoktan katılmışlardı. Alan savaşçılarının bir bölümü, Moğollar ile birlikte Çine dek gidip, o yıllarda Çine egemen Moğol Yüan Hanedanının (1206- 1368) saray muhafızları dahi olmuşlardı... Büyük Moğol fatih Cengiz Kağanın torunu Kubilay Kağan (1215- 94), Cengiz Kağanın yarım bıraktığı işi tamamlayıp Çini bütünüyle fethederek Moğol İmparatorluğuna katmış ve Çinde Yüan Hanedanını (1206- 1368) kurmuştu... Anımsarsanız eğer, daha önceki Hun toplumu ile ilgili bölümde, Batıya doğru akın eden Hunlara Alan savaşçılarının da katılmış olduklarını yazmıştım...
Yukarıdaki paragrafta özetlenen gerçeklerin, Alan savaşçılarının, Gürcülerin, ve Ermenilerin istilacı Moğol güçlerine katılmış olmaları ahlaki açıcan onaylanamaz şüphesiz ama, diğer yandan bu gelişme, sınıflı toplumlarda yararlarını sürdürmek isteyen farklı üst sınıfların, varlıklarını sürdürmeye çalışan küçük halkların geleneksel tavırlarıdır. Onlar, varlıklarını sürdürebilmek için, göreceli çok daha büyük güçlerin komutası altına rahatca girebilirler... Bu zayıflar, hep en güçlüden yana olarak sınıf yararlarını, ve en genel anlamıyla toplum olarak varlıklarını koruma şansına sahibolurlar ve olmuşlardır. Ve malesef günümüzde de bu gerçek değişmemiştir... Örneğin, daha düne kadar Sovyetler Birliğinin çevresinde toplanmış olan küçük halkların birçoğunun günümüzde NATOnun kuyruğuna takılmış olmaları, birsürü küçük devletin Afganistana, Iraka vs. asker yollamış olmaları, Libyaya yönelik saldırı sırasında -aralarında birçok Arab monarşisinin de olduğu- devletlerin birden açıkça Gaddafi düşmanı kesilmeleri, sözkonusu moral dışı gerçeğin somut göstergelerindendir... Kısacası, toplumsal ilişkiler anlamında özü itibarıyle o günlerden bu yana güneşin altına değişen pek birşey olmamıştır.
Yine örneğin, İ. Ö. 600lü yıllarda tarih sahnesinde -Güney Kafkasyada, Ağrı, Kars vs. yörelerinde- gözükmeye başlayan Ermeniler, İ.Ö. 500lü yıllarda Pers İmparatorluğunun bir vilayeti (satraplık) olmuşlardı. Bundan sonrada Ermeniler, devlet bile olsalar, bölgedeki büyük güçlerin, Sasanilerin, Romalıların, ve ardından gelenlerin değişik ölçülerde vasalı (kölesi), bağımlısı olarak gözükeceklerdi... Benzer gerçek, Güneyde, Kilikyada (Cilicia) kurulan Ermeni devleti veya Küçük Ermenistan için de geçerliydi (Cilicia, Adana, Tarsus, Silifke vs. içinde olmak üzere Suriye sınırına yakın Toroslar ile Akdeniz arasındaki coğrafyaya verilen addır...). Yine Kürt beylikleri için de benzer gerçek, bölgedeki güçlü bir devletin vasalı konumunda olarak varlığını sürdürme gerçeği, çok daha güçlü biçimde geçerliydi. Onlar da, Kürt beylikleri de, bölgede güçlü olanın sataliti haline gelerek varlıklarını sürdürebilmişlerdir... Şüphesiz tüm bu topluluklar, ya da daha doğrusu sözkonusu toplulukların yönetici üst sınıfları, zaman zaman yanlış safta yeralarak ağır darbeler yemiş olsalar da, genellikle -politik anlamda- esen rüzgara göre yelken açmayı becererek günümüze dek gelmeyi başarabilmişlerdir... Sonunda zaten, Anadolu Selçuklu Devletide Moğolların vasalı haline gelmiştir...
Noyan Baycunun komutasındaki Moğol ordusu, 1242 sonbaharında, Anadolu Selçuklu Devletine karşı, Erzurum kentine doğru harekete geçecekti. Prof. Osman Turanın dönemin tarihçisi İbn Bîbîden aktardığına göre, sözkonusu Moğol ordusu, 30 bin savaşçıdan oluşmaktaydı O yıllarda Erzurum, Türkistandan gelen kervan yolunun üzerinde zengin bir kentti, ve Anadolunun önemli giriş kapılarından biri idi...
Burada hemen parantez dışı belirteyim... Cengiz Kağanın ve ardıllarının fetihleri ile büyük Moğol İmparatorluğu, Doğu ile Batı arasındaki tüm ticaret yolları üzerinde, hem Hazarın ve Karadenizin kuzeyinden ve hem de Irak, Basra, ve Anadolu üzerinden geçen ticaret yolları üzerinde egemenlik kurmuştu. Savaşlardaki tüm yıkıcılıklarına karşı Moğollar, bu ticaret yollarının güvenliklerini mükemmel biçimde sağlamışlardır. Doğu ile Batı arasındaki gerçek yoğun ticari ve kültürel ilişkiler, Cengiz İmparatorluğu ile birlikte başlamıştır. Daha Cengiz Kağan sağ iken Moğol İmparatorluğunun ulaşmış olduğu sınırlar, Büyük İskenderin fethetmiş olduğu toprakların dört katı büyüklükte idi. Ve mükemmel bir posta örgütlenmesi ile bu devasa toprak kütlesi üzerinde haberleşme hızla sağlanabiliyordu...
Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, Babai isyanı sırasında, Erzurum ucundaki Anadolu Selçuklu ordusu merkeze çağrılmıştı. Ve ardından, İlhanlı Moğolları saldırıya geçerlerken, henüz yeterli sayıda asker Erzuruma toplanamamıştı. Prof. Osman Turanın ifadesi ile, Dünyaya egemen olma görevi ile yüklü olduklarına ve yenilmezliklerine inanan Moğollar, bastıran kışa rağmen muhasarayı sürdürmekteydiler. Kentin subaşısı Sinaneddin Yakut, direnmekte idi. Kenti savunanlar arasında, Müslüman Türk askerlerden başka, paralı Hiristiyan Frank askerleri de vardı...
Prof. Osman Turanın Beauvaisden ve İbn Bîbîden aktardığına göre, Sultanın yollamış olduğu yardım gücü Erzincana varmış olduğu sırada Erzurum, Moğolların ellerine geçecekti... İbn Bîbîye göre, Erzurum valisi Şerefeddin Duvînli, aynı kentin subaşısı Sinaneddin Yakuta kin beslemekteydi. Bu nedenle O, Şerefeddin Duvînli, Noyan Baycuya adam gönderip, kendisine ve yakınlarına dokunulmayacağı konusunda teminat aldıktan sonra, Moğolları gizlice içeri alacaktı... Sinaneddin Yakut direnişi sürdürdüğü için, her iki taraftan da çok ölü olacaktı. Erzurum, Türkler ile olan tarihinde ilk kez yıkılıp yağmalanacaktı... Moğollar, işlerine yarayacak zanaatkarları, kız ve erkek çocukları seçtikten sonra, kalan halkı kılıçtan geçireceklerdi... Moğollar, benzer acımasız işleri daha önce defalarca yapmışlardı...
Erzurumun Moğollar tarafında zaptedilip surlarının yıkılmış olması, Moğolların kullanabilecekleri dışında kalan halkın kılıçtan geçirilmesi, Selçuklu yönetimine tehlikenin büyüklüğünü ürkütücü biçimde göstermişti. Moğollar gerçekten ürkütücü idiler; ve bu satırları yazana göre onlar, göçebe zor yaşam tarzlarının ürünü savaşcı vahşiliklerinin ötesinde, bu dehşet havasını belki de bilinçli olarak yaymaktaydılar. Çünkü, -bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan- korku, bir sınırı aştığı zaman, sahibini hareketsiz, tamamen savunmasız hale getiriyordu. Yine bu satırları yazanın düşüncesine göre, Moğolların yarattıkları dehşet havası, kurbanlarını paralize (paralyse) ederken (haraketsizleştirir, dondurur, kıpırdıyamaz hale getirirken), kendi güçlerini de gerçekte olduğundan çok daha yüksek noktalara taşımaktaydı...
Biraz farklı ve bir-iki fazla veya az cümle ile de olsa, hem doğan Avcıoğlunun ve hem de Prof. Osman Turanın anlatımlarını kendi üslubumla özetleyerek verecek olursam... Kış bastırmış olduğu için, Moğollar ve bağlaşıkları kışlalarına çekilmişlerdi. Anadolu Selçuklu yönetimi, savaşa hazırlanabilmek için vakit kazanmıştı. Sonuçta Selçuklular, vasalları (köleleri, bağımlıları) konumundaki komşu Müslüman ve Hiristiyan hükümdarlara, ve ayrıca Eyyubi yönetimine elçiler yollayarak yardım talebinde, birlikte direniş talebinde bulunacaklardı. Kendileri yenilirlerse, sıranın onlara geleceği uyarısını yapacaklardı...
Anadolu (Rum) Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrevin saltanat nâibi (vekili) Şemseddin İsfahâni, milyonlarca altın ve gümüş para ile Halepe ve diğer Eyyubi yöneticilerine gidecekti. Şemseddin İsfahâni, Meyyâfârkin (Silvan) kuşatması için Şehâbeddin Gaziden özür dileyecek ve Ona 10 bin Alâeddin altını ile 100 bin dirhem gümüş verecekti. Kardeşi Melik Eşreften alınmış olan Ahlatın -Selçuklu Sultanına bağımlı kalma şartı ile- Ona verilebileceği vadedilecekti... Yine Şemseddin İsfahâni, Şama (Damaskus) 100 bin altın ve milyonlarca gümüş para ile gönderilecekti. Başkaldırmış Harizimlilere de Harput gelir kaynağı olarak vadedilip, Selçuklu saflara katılmaları teklifi götürülecekti...
Selçuklu yönetiminin tüm sözkonusu çabalarına karşın, sadece Halep, Haziran 1243te, 2000 kişilik bir askeri birlik yollayacaktı. Diğer Eyyubi hükümdarları, savaşın sonucundan emin olamamaları nedeniyle, vaatlerine sadık kalmayacaklar, asker yollamayacaklardı. Kilikya (Cilicia) Ermeni Kralı, ya da Küçük Ermenistan Kralı Hethumun (Hayton; yönetimi, 1224- 1269) babası Baron Konstantin, Kayseriye davet edilecekti. Anadolu Selçuklu Devletine bağımlılığı nedeniyle yollamak zorunda olduğu asker sayısının ötesinde, Küçük Ermenistanın 3000 bin asker daha yollaması kararlaştırılacaktı. Kuş uçuşu Adananın yaklaşık 100 km kuzeyinde, Torosların eteğinde yeralan Ermeni başkenti Sise hazineler yollanacaktı...
Daha önce de adı anılmış olan Beauvaise göre Ermeniler, Moğollar Kayseriyi kuşattıkları sırada gelecekler, ve savaşa girmeden aynı gece kaçacaklardı... Anadolu Selçuklu Devletinin vasalı konumundaki Trabzon ve İznik Grek Devletlerinin asker yollayıp yollamadıkları konusunda ise bir bilgi yoktur... (Vincent of Beauvais, Beauvaisten Vincent, 1190- 1264, Papa IV. Innocent tarafından 1247de İranda bulunan Moğollara ve ayrıca Ermenistana yollanan elçidir. Teolog ve papaz olan bu kişi, ortaçağın ünlü Fransız ansiklopedistidir...)
Britannicadaki bilgilere göre, Küçük Ermenistan Kralı Hethum (Hayton), Moğollar ile iyi dostca ilişkiler ve bağlaşıklık kuracaktı. Cengiz Kağanın torunlarından ve Kubilay Kağanın kardeşi olan Mönke (Mongke, Mangu; yönetimi, 1251- 1259), kurultay tarafından 1 Temmuz 1251 günü Cengiz İmparatorluğunun başına Büyük Kağan olarak seçildiği zaman, Hethum, Moğolistanın başkenti Karakuruma, Mönkenin sarayına davet edilecekti. O, Büyük Ermenistanda, Karsta bulunan Moğol askeri kampı üzerinden, ve Hazarın batı kıyısının tam ortasındaki Derbentten (Demir Kapı, aşılması zor bir geçit) geçerek, yaklaşık Eylül 1254te Karakuruma varabilecekti. Küçük Ermenistan Kralı Hethumun dönüş yolu, Semarkant ve Kuzey İran üzerinden olacaktı... Daha önce ifade etmiş olduğum gibi, küçükler, zayıflar, en güçlü olanın safına geçerek varlıklarını sürdürebilmekte idiler...
Daha önce anlatılmış olduğu gibi Moğol- Kıpçak Türk koalisyonu, Moğol komutanlarının önderliğinde, Polonyanın şimdiki Almanya ve Çek sınırı üçgenine yakın Liegnitz (günümüzün Legnicası) kasabasında yaşanan savaş sırasında, Polonya, Polonya gibi Katolik inanca bağlı Alman Töton Şovalyeleri (Teutonic Knights), ve hatta Fransız Tapınak Şovalyeleri (Templar) tarafından oluşturulmuş birleşik güçlü orduyu neredeyse bütünüyle imha etmiş olsa da; ve yine onlar Peşteyi yakıp Macar Kralını Dalmaçya kıyılarında aramış ve Viyana önlerine dek gelmiş olsalar da, ve tüm Batı dünyası bu güç karşısında dehşete kapılmış olsa da, başta Papa olmak üzere Hiristiyan Batı, bir anlama Katolik dünyası, Müslüman Türk ve Arab dünyasına karşı Moğollar ile ittifak halinde olacaktı. Bu ittifak, Türk-Arap Müslümanlara karşı Hiristiyan-Moğol ittifakı, daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, Vatikandan istilacı Haçlı güçlerine, Büyük ve Küçük Ermenistan Krallıklarından Gürcülere, ve Ortadoğuda varolan diğer Hiristiyan topluluklara dek uzanmakta idi...
Rum Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrevin kış mevsiminde topladığı ordu, Kayseride üstlenecekti. Prof. O. Turanın aktarması ile, Selçuklu resmi tarihçisi İbn Bibiye göre, Selçuklu ordusu, Kayseriden hareket ettiğinde sayısı 70 bin kişi idi. Aynı ordu Sıvasa ulaştığında, Halep kuvvetlerinin ve diğer Türk askerlerinin katılımları ile sayı 80 bine ulaşacaktı. Diğer Eyyubi askerleri ve Ermeniler gelmeyeceklerdi. Onlara verilen paraya karşılık olarak 20 bin askerin daha gelmesi gerekmekte idi ama, sadece 2000 kişilik Halep suvari gücü gelmişti... Ayrıca Selçuklu ordusunda, paralı Gürcü, Frank ve Kıpçak askerleri de bulunmaktaydı...
Rum Selçuklu ordusu Sıvasta iken, Noyan Baycu komutasındaki Moğol ordusunun harekete geçtiği haberi gelecekti. Moğol ordusunda, Gürcü ve Ermeni askerleri de bulunmaktaydı... Savaş deneyimi olan kişiler, gıda ve silah deposu olan Sivas önünde Moğolları beklemenin uygun olacağını iddia etmekteydiler. Onlara göre, Sivasa gelinceye dek Moğollar yorulacaklar, yıpranacaklardı. Bu arada bazı geçitler, küçük birlikler tarafından tutulabilirdi. Fakat, savaş deneyimi olmaya Sultanın muhafız birliği komutanı ve daha başka bazıları, Erzincan halkı katledilirken biz burada mı bekleyeceğiz?, hemen harekete geçmeliyiz, gibisinden gürültüler kopartacaklar, Sultanın gururu ile oynayarak Onu tahrik edeceklerdi. Sonuçta, II. Gıyasettin Keyhüsrev, emrindeki 80 bin kişilik orduya hareket emri verecekti...
Selçuklu ordusunun en çok yarısı kadar olan, yaklaşık 30- 40 bin kadar askerden oluşan Moğol ordusu, Erzincanı hızla geçmişti. Selçuklu ordusu, tarihi kervan yolunu izleyerek Erzincana doğru ilerlemekteydi. İki ordu, Zara ile Suşehri arasındaki Kösedağ mevkiinde, 1 veya 3 Temmuz 1243 günü karşılaşacaktı... Prof. O. Turana göre, Selçuklu ordusu, geçilmesi zor bir arazi üzerinde elverişli durumda idi. Deneyimli askerler, savaşı bu konumda kabuletmeyi önereceklerdi. Fakat aynı gürültücüler, saldırı çığlıkları atacaklardı...
Moğol ordusu, geleneksel göçebe savaş taktiği olan kaçış oyunu oynayınca, Moğol ordusunun bozulduğunu sanıp saldırıya geçen Selçuklu birlikleri, tuzağa düşüp imha olacaklardı. Doğan Avcıoğlunun aktardığına göre, Süryani asıllı tarihçi Ebul-Ferec, Selçuklu ordusu bir saat içinde dağıldı, savaşmadı., diye yazmaktaydı. Hatta Moğollar bile bu duruma inanamadıkları, bir tuzağa çekilmek istendiklerini sandıkları için, kaçanları kovalamayıp bekleyeceklerdi. Ancak casusları aracılığı ile gerçek durumu öğrendikten sonra Sıvas üzerine yürüyeceklerdi... Prof. O. Turana göre, ilk kaçanların başında Sultan II. Gıyasettin Keyhüsrev vardı. Sultanın kaçmış olduğundan habersiz bazı Selçuklu askerleri, gece boyunca direniş amacıyla tepelerde bekleyeceklerdi...
Sıvasın ileri gelenleri Moğollara bol altın vererek canlarını kurtarmaya çalışacaklardı. Sıvas, Moğollar tarafından üç gün yağmalanacaktı. Moğollar oradan güneybatıya, Kayseriye doğru hareket edeceklerdi. Milis güçleri direneceklerdi ama, Ermeni kökenli İğdişbaşı ve Kayseri Subaşısı Ayaz, Moğollar ile anlaşacaklardı. Emir Kaymaz direnişi sürdürse de, Kayseriye giren Moğollar, kenti alabildiğine yağmalayacaklar, ve korkunç bir yıkıma uğratacaklardı. Onbinlerce insan öldürülecekti... Avcıoğlunun anlatımı ile, Azerbeycana dönüş yolunda Moğollar, Erzincana uğrayacaklardı. Sunulan altını yeterli bulmayınca, kenti yağmalayıp yerle bir edecekler, surları yıkacaklardı... İleride, Malatya, Ahlat, ve Diyarbakır gibi kentlerde de değişik ölçülerde benzer trajediler yaşanacaktı...
Yine Avcıoğlunun anlatımı ile, dehşet havası dağılınca, vezir Müzehibüddin Ali ve Amasya Kadısı, bu ikili, Sultandan izin alma gereği duymadan, bol armağanlarla Azerbeycana, Noyan Baycuya gideceklerdi. Orada onlar, Anadolu Selçuklu Devletinin il olması, Moğol vasalı (kölesi) haline gelmesi koşullarını saptayacaklardı. Sonuçta, Rum Selçuklu Sultanlığının her yıl Moğollara 360 bin dirhem gümüş para haraç, ve ayrıca çeşitli armağanlar vermesi kararlaştırılacaktı...
Prof. O. Turanın Arab kaynaklarına dayanarak verdiği bilgiye göre, sözkonusu 360 bin dirhem gümüş paranın yanında Selçuklu, her yıl Moğollara, 10 bin koyun, 1000 sığır vermekle mükellefti. Noyan Baycuya bu miktarın az olduğu söylenecekti ama, O, şimdilik bukadarı yeter, gerisi ileride gelir, diyecekti... Sözkonusu anlaşma Konyada bayram sevinci ile karşılanacaktı... O yıllarda Batıda Cengiz İmparatorluğunun en yetkili kişisi -adı daha önce anılmış olan- Batu Kağan olduğu için, saltanat nâibi (vekili) Şemseddin İsfahâni, Batunun Volga kıyısındaki karargahına yollanacaktı. Batuya değerli armağanlar sunan Şemseddin İsfahâni, Selçuklunun artık Moğolların ili olduğunu, yani vasalı olduğunu birdirecekti. Batu, bir yarlık (ferman) ile sözkonusu kölelik anlaşmasını onaylayacaktı...
Bundan böyle artık, Trabzon Rum İmparatorluğu ile Kilikya Ermeni Krallığı (Küçük Ermenistan) Selçuklunun vasalı, bağımlısı olmaktan çıkacaklardı. Bu iki devlet Anadolu Selçuklu Devletine düşmanca tutum takınmaya başlayacaklar ve gönüllü olarak Moğol Il Kağanlığının vasalı haline geleceklerdi... Rum Selçuklu Devletinin Bizans İmparatorluğu ile dostluğu ise pekişecekti... Moğollar Vatikan ile, Katolik dünyası ile, Katolik Haçlılar ile yakınlaşırlarken, Ortodoks Bizansın Anadolu Selçuklu Devleti ile yakınlaşması, anlaşılabilir bir olaydır...
Aslında, Kösedağ savaşından önce Selçuklu Sultanı II. Gıyasettin Keyhüsrev, Konstantinoupolis (İstanbul) merkezli Latin İmparatorluğu (1204- 61) ile flört etmeye, ve bir Fransız prenses ile evlenme hazırlıkları yapmaya başlamıştı ama, Savaşın ardından O, -Latin Haçlılar tarafından 1204 yılında işgale uğramış olan Bizansı İznik (Nicaea) merkezli olarak sürdürmekte olan- İznik İmparatorluğunun o zamanki hükümdarı III. John Ducas Vatatzes (yönetimi, 1222- 54) ile eski ittifakını yenileyecekti. Ve Selçuklunun Batıya doğru ilerlemesi duracaktı...
Okuduğum kitaplarda ve metinlerde, sözkonusu İznik merkezli Bizans ile Konya merkezli Selçuklu anlaşmanın politik nedenleri açıklanmıyor olsa da, bunun, tek bir mantıklı açıklaması vardır... Bölgedeki tüm Katolik Hiristiyanlar ve küçük Hiristiyan devletler Moğollar ile anlaşırken, Ortodoks Bizansın Selçuklu ile anlaşmasını yenilemesi, Katolik dünyası ile olan rekabetinin, düşmanlığının bir sonucu idi. Vatikana bağlı Katolik Latinlerin 1204 yılında Konstantinoupolisi (İstanbul) işgaledip yağmalamış olmaları, Ortodoks Bizans ile Katolik dünyası arasındaki tüm bağların kopmasına yolaçmıştı... Bunun yanında Katolik Batı, daha öncede ifade etmiş olduğum gibi, Moğollar ile ittifak halindeydi, ve Bizansın bu ittifaka dahil olması olanaksız gibiydi. Kısacası, Ortodoks Bizansın Anadolu Selçuklu Devleti ile anlaşmaktan başka çaresi yoktu... Diğer yandan İznik merkezli Bizans, Trabzon Rum İmparatorluğu gibi acil bir Moğol tehdidi altında da değildi. Ayrıca, daha önce belirtilmiş olduğu gibi, gönüllü olarak Moğolların vasalı haline gelmiş Trabzon Rum İmparatorluğu hanedanı ile, İznik Bizans İmparatorluğu hanedanı arasında, Bizans Tahtı üzerine keskin bir iktidar kavgası vardı, düşmanlık vardı. Tüm bu gerçekler, İznik Bizans İmparatorluğunu Selçukluya yaklaştırmaktaydı...
Sultan II. Gıyasettin Keyhüsrevin 1246 yılında ölümünün ardından, Rum Selçuklu Sultanlığı bölünecekti... Sultan II. Gıyasettin Keyhüsrevin ilk ikisi iki ayrı Hiristiyan Grek ve üçüncüsü Gürcü anadan üç oğlu vardır. Sultan, tahtın varisi olarak -aşık olduğu Gürcü eşinden doğma- en küçük oğlu II. Alaaddin Keykubadı (yönetimi, 1249- 57) seçmişti. Fakat devlet büyükleri, Onun ölümünün ardından, en yaşlı oğlu II. İzzeddin Keykavusu (yönetimi, 1246- 60) tahta oturtacaklardır. Aralarında Rükneddin IV. Kılıçarslanın da (yönetimi, 1248- 65) bulunduğu üç ayrı anadan doğma üç kardeşin üçüde, babaları öldüğünde, çok küçük yaşlardaydılar. Bu nedenle, tahta, en yaşlı oğul II. İzzeddin Keykavus oturtulmuş olmakla birlikte, yüksek bürokrasi arasında yönetimin iplerini elegeçirme konusunda bir kavga gelişecekti. Anlaşılmış olacağı gibi, bu iktidar kavgasında, bürokrasinin farklı unsurları, farklı şehzadeleri kullanmaya çalışarak bir taht kavgasını ateşleyeceklerdi... Bürokrasi içinde başlamış olan yönetim kavgasını, Sultan II. İzzeddin Keykavusun anası ile de evlenen vezirlerden Şemseddin Muhammed İsfahani kazanacaktır. O, 1646- 49 yıllarında devletin iplerini ellerinde tutacaktı...
Moğollar, yeni tahta oturtulmuş olan II. İzzeddin Keykavusu, Güyük Kağanın (Kuyuk, 1206- 48; tahta çıkışı 1246) tahta çıkış merasimini izlemek ve bağlılığını bildirmek üzere Moğolistana, başkentleri Karakuruma davet edeceklerdi... Cengiz Kağanın torunlarından olan Güyük (okunuşu, Kuyuk), 1241 yılında ölmüş olan Ögödei Kağanın yerine Büyük Kurultay tarafından 1246 yılında kağanlığa seçilmişti. Nesturi (Asuri) Kilisesinin etkisi altındaki Güyükün (Kuyuk) iktidarı ancak iki yıl sürecekti, ve bu dönem, Batunun tüm Rusyayı fethetme işini aksatacaktı... Ögödei Kağanın 1241de ölümünden 1246 yılına dek geçen zaman aralığında Cengiz İmparatorluğu, Ögödei Kağanın dulu Töregene tarafından yönetilecekti. Göçebe kültürünün ağır bastığı tüm topluluklarda olduğu gibi Moğollarda da kadının konumu öyle pek aşağılarda değildi, hatta oldukça güçlü idi...
Yolların tehlikeli olduğunu bahane eden Selçuklu yönetimi, Güyük Kağanın tahta çıkış merasimine, II. İzzeddin Keykavus yerine, Onun küçük kardeş Rükneddin IV. Kılıçarslanı yollayacaktı. Aslında Keykavus, -Moğollar tarafından tahta oturtulur korkusu ile- küçük kardeşi IV. Kılıçarslanın yolda öldürülmesini istemişti... Tüm bu entrika yüklü karmaşık olaylar zinciri içinde, süregiden iç mücadelelerin arasında, kendisini Sultan I. Alaaddin Keykubadın oğlu olarak tanıtan Ahmed adlı birisinin önderliğinde bir de isyan patlayacaktı. Bu süreçte, sözkonusu Ahmed adlı kişinin önderliğinde, uç Türkmenlerinin isyanı yaşanacaktı...
Bu satırları yazana göre, başkaldıran Türkmenlere önderlik eden Ahmed adlı kişinin I. Alaaddin Keykubadın oğlu rolünde sahneye çıkması, Türkmen halkın kafayapısını ve bu kafayapısının aynı veya benzer sosyal katagori içindeki halkların düşünce yapıları ile yakınlığını anlama açısından ilginçtir... Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, I. Alaaddin Keykubad, Anadolu (Rum) Selçuklu tarihindeki en önemli, en güçlü, en yaratıcı karakterlerin başında gelmektedir. Ve anlaşılan göçebe Türkmen halk, devletin başındaki karakterleri özel olarak tek tek değerlendiriyordu. Aynı halk, yöneticilerini gerçek bir baba, bir kurtarıcı gibi görmek istiyordu... Yapmış oldukları nedeniyle halkın düşünce yapısında efsaneleşen I. Alaaddin Keykubad, diğer tüm hükümdarlardan çok daha fazla ölçülerle kafalarda kurtarıcı bir baba fügürü olarak yeretmişti... Demekki halk, Moğol istilası ve ardından yaşananlar nedeniyle mevcut yöneticilerden sonderece rahatsızdı. Türkmenler, I. Alaaddin Keykubad gibi bir önder, kurtarıcı beklemekteydi. O nedenle olmalı, isyanın önderi Ahmed, I. Alaaddin Keykubadın oğlu rolünde sahneye çıkmak zorunda kalmıştı...
Benzer bir durumu ünlü Pugachov (Pugachev, 1742- 1775) ayaklanması (1773- 75) sırasında da yaşanmıştır... Savaşlardan yorgun düşmüş ve birçok ayrıcalıklarını yitirmiş Kuzey Don Kazaklarının, Uralların Kazaklarının ve -aralarında türkçe konuşan toplulukların da bulunduğu- diğer bozkır halklarının başlattıkları bu büyük ayaklanmanın önderliğine itilen Pugachov (Pugachev), 1762 yılında eşi Prusya asıllı Prenses II. Katerina (Büyük Katerina, 1729- 96) ve Katerinanın sevgilisi -muhafız alayı subayı- Grigory Orlov tarafından öldürülmüş olan Çar III. Petro (1728- 1762) rolünde sahneye çıkmıştır. Çünkü isyaneden halk, Çarı bir baba olarak, bir kurtarıcı olarak görmekte idi. Halk, III. Petronun ölmediğine, birgün ortaya çıkıp kendilerini kurtaracağına, inanmaktaydı. Bu nedenle Pugachov (Pugachev), sahneye, III. Petro rolünde itilecekti... Gerçi, kendisini bile korumaktan aciz III. Petro kurtarıcı rolü oynayabilecek bir karakter değildi ama, halk bunu bilemezdi... Burada önemli olan, aynı veya benzer sosyal katagori içindeki halkların düşünce yapılarındaki paralellikleri yansıtmaktır... Benzer özellikler taşıyan ayaklanmalar, Osmanlı İmparatorluğu içinde de yaşanmıştır...
Güyük Kağanın tahta çıkış merasimine yollanmış olan Rükneddin IV. Kılıçarslan, 1248 yılında, 2000 Moğol askeri ile dönüp, tahtın kendisine ait olduğunu iddia edecekti... II. İzzeddin Keykavusun karşısında IV. Kılıçarslan mücadeleyi yitirecekti ama, yine de Keykavus, Onu dostca karşılayarak kucaklayacaktı... Bu satırları yazana göre, II. İzzeddin Keykavusu sözkonusu paylaşımcılığa, ülkeyi küçük yarı kardeşi IV. Kılıçarslan ile paylaşmaya götüren asıl neden, bu görünüşteki yüce gönüllüğün gerisindeki asıl neden, IV. Kılıçarslanı kucaklama gösterisinin gerisinde duran asıl neden, Moğolları üzerine çekmeme düşüncesi idi. Çünkü, küçük yarı kardeş Rükneddin IV. Kılıçarslan, Karakurum merkezli Moğol İmparatorluğu tarafından desteklenmekteydi... Gerçekte de bu ülke paylaşımı, Altın Ordunun kurucusu ve önderi Batu Kağanın torunu olan ve gelen Selçuklu heyeti ile ilgilenen Mengu Timurun yarlığına (fermanına) uygun olarak yapılacaktı. Moğollar, Rükneddin IV. Kılıçarslanın da içinde olduğu bu Selçuklu heyetinin eline, aynen böyle bir paylaşım isteyen fermanı tutuşturmuşlardı... Aynı olayı, ileride, biraz daha ayrıntılı anlatacağım...
Yönetimde ipleri elegeçirmiş olan vezir Celalettin Karatayın (1249- 54) çabaları sonucu, Kızılırmakın batısında ve güneybatısında kalan iller, Antalya, Konya, Aksaray, Ankara, II. İzzeddin Keykavusun yönetimine bırakılacaktı. Aynı nehrin doğusunda kalan Kayseri, Sivas, Malatya, Erzincan, ve Erzurum illeri ise Rükneddin IV. Kılıçarslanın yönetimi altında olacaktı. Anlaşılmış olacağı gibi, doğuda kalan bu iller, Moğollar ile komşu olanlardı... Ayrıca, kardeşlerden en küçüğü olan II. Alaaddin Keykubada da mülk verilecekti. Ve üç kardeş adına hutbe okutulacaktı. Ve yine o dönemde basılan paralarda üç kardeşin de adı olacaktı... Sonuçta yönetim bu şekilde bölünmüş olmakla birlikte, Vezir Celalettin Karatay sağ olduğu sürece, ülke parçalanmadan varlığını sürdürecekti... Gerçekte, Doğu vilayetlerini yöneten Rükneddin IV. Kılıçarslanı Moğollar desteklerken, Batı vilayetlerini yöneten II. İzzeddin Keykavusu da anası tarafından yakını olan lokal Bizans lordları ve Türkmen uç beyleri desteklemekte idiler...
Vezir Celalettin Karatayın ölümünün (Kasım 1254) ardından kardeşler arasındaki birlik bozulacak, iktidar kavgası yeniden başlayacaktı... Fakat daha önce gelişen en önemli olay, Noyan Baycunun isteklerini sürekli arttırması olacaktı. Miktarı belirli haracın dışında sürekli artan ve ödeme zorluğu yaratan yeni talepler gelmekteydi. Bu durumu, Baycunun bitmeyen taleplerini şikayet etmek üzere Batu Kağanın başkentine doğru yola çıkan Sultan II. İzzeddin Keykavus, yolda, Vezir Karatayın ölüm haberini alacaktı. Birliği sağlayan Karatayın ölümünü duyar duymaz O, konumunu yitirme korkusu ile, tüm hediyeleri Moğol elçisine bırakarak, ve elçinin yanına en küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubadı da katarak alele acele başkente, Konyaya dönecekti...
Kağan Batuya gitmekte olan Gürcü anneden doğma en küçük kardeş II. Alaaddin Keykubad, eski vezir ve yakınları tarafından saltanat için kışkırtılacaktı. Aslında babasının tahtı Ona bırakmış olduğu kendisine hatırlatılacaktı... Fakat II. Alaaddin Keykubad, daha Kağan Batuya ulaşmadan yolda öldürülecekti. Bu konuda değişik öyküler olmakla birlikte, muhtemelen Sultan II. İzzeddin Keykavus, Moğolların küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubada sultanlık bahşedeceği korkusuna kapılıp, yolda Onu zehirletmişti... Prof. O. Turana göre, öldürüldüğü sırada O, henüz 17 yaşından fazla değildi...
Artık üçlü yönetim bozulmuştu... En küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubaddan kurtulmuş olan II. İzzeddin Keykavus, Moğollar tarafından desteklenen ve Doğu illerinin yöneticisi konumunda olan diğer küçük kardeşi Rükneddin IV. Kılıçarslanı da hapse attırtacaktı. Böylece O, yönetimin iplerini tek başına eline alacaktı... O, II. İzzeddin Keykavus, devleti, işten anlayan vezirlerle değil, Hiristiyan Grek dayıları ile birlikte yönetmeye başlayacaktı...
Anadolu (Rum) Selçuklu başkentinde sözkonusu zehirli olaylar gelişirken, daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, ağabeyi Büyük Kağan Mönke tarafından İranı almakla görevlendirilmiş olan Cengizin torunlarından Hülagü Kağan, 1256 yılında tüm İrana egemen olacak, ve İl Kağanlığını (İlhanlı) kuracaktı. Artık Noyan Baycunun -İranın bir parçası olan- Azerbeycanda hükmü kalmamıştı. Avcıoğluna göre Hülagü, karargahını Azerbeycanda, Baycunun yerleşmiş olduğu Mugan otlaklarında kurmaya karar vermişti. Bu nedenle Hülagü, Baycuya, Azerbeycanı terkedip Anadolu içlerine girmesi emrini vermişti... Ordusu ile Selçuklu toprakları içine giren Noyan Baycu, yazlık otlak ve kışlak talebinde bulunacaktı. Konya sarayında, yeniden, direnelim mi?, yoksa Moğol taleplerini yerine getirelim mi?, tartışması başlayacaktı. Ve sonuçta, Moğol güçlerine ve onların yanlılarına karşı direnme kararı alınacaktı...
Noyan Baycu, Erzurumdan Konya-Aksaraya dek -kentleri yağmalayarak- hızla gelecekti... Vezir İzzeddin, beylerbeyi Şemseddin ve Fahreddin Arslandoğmuş komutasındaki Anadolu Selçuklu ordusu, bir Hiristiyan Grek ve Türkmen koalisyonu idi... Öncü Türkmen birliği, Moğollar tarafından bütünüyle imha edilecekti. Prof. O. Turana göre, ertesi gün, 15 Birinci Teşrin 1256 (15 Ekim 1256) günü iki ordu, Aksaray ile Konya arasındaki Sultanhanı civarında savaşa tutuşacaktı. Selçuklu ordusu yine kısa sürede dağılacaktı. Anlaşıldığı kadarıyla Selçuklu ordusunda birlik ve inanç zafiyeti vardı...
Sultan II. İzzeddin Keykavus ordunun başında olmadığı gibi, birkısım komutanlar da her an ihanete hazırdılar. Ve zaten bu ihanetler yaşanacaktı... Ertesi gece yenilgi haberini alan Sultan II. İzzeddin Keykavus, saray hatunlarını, diğer yakınlarını, Hiristiyan dayılarını, hazinelerini, altın ve mücevherlerini alarak önce Antalyaya, oradan da daha Batıya, Hiristiyan Grek İznik (Nicaea) Bizans İmparatorluğunun topraklarına sığınacaktı... Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi o yıllarda Konstantinoupolis (İstanbul) halen Latin işgali altında olduğu için, Bizans, İznik (Nicaea) merkezli olarak sürdürülmekteydi...
Konya Sarayında artık Moğol yanlıları önplana çıkmışlardı. Uluborluda hapiste olan Rükneddin IV. Kılıçarslan kurtarılıp Konya tahtına oturtulacaktı... Kentin yağmalanmasını, halkın kılıçtan geçirilmesini engellemek amacıyla, -başta varlıklı kişiler ve esnaf olmak üzere- halktan altın, gümüş, değerli eşyalar toplanıp Noyan Baycuya sunulacaktı... Selçuk-nameden aktaran Prof. O. Turana göre, vezirlerden Nizameddin Ali, dört katır yükü altın götürüp, Konyayı Moğollardan satın alacaktır. Yeminine karşın -eşinin de etkisi ile- kenti yıkmaktan vazgecen, askerlerini kente sokmayan, yeminine uymak amacıyla sadece dış surlardan bazılarını yıkan Noyan Baycu, Aksaraya, ayağına gelen IV. Kılıçarslanı iyi karşılayacak ve Onun saltanatını onaylayacaktı. Noyan Baycu ile yapılan anlaşma gereği, Moğol askerlerinin gereksinimleri için halktan para ve mal toplanacaktı... Bundan sonra artık Moğol birlikleri, 1335 yılına dek Rum Selçuklu devletinin sınırları içinde sürekli kalacaklardı...
Moğol Noyan (bay, bey, mister, monsieur) Baycu karşısındaki Aksaray-Sultanhanı yenilgisinin ardından, Konya Sarayında, yeni bir yönetim kurulmuştu. Tahta hernekadar IV. Kılıçarslan oturtulmuş olsa da, başrolde, Müineddin Süleyman Pervane vardır. Selçuklu sınırları içindeki Anadolu halkının kaderi, 1277 yılına dek, bu sadık Moğol işbirlikçisi Pervanenin ellerinde olacaktı. Noyan Baycu, Anadoluda kaldığı sürece Pervanenin arkasında duracaktı. Zaten Moğol birlikleri artık sürekli Anadoluda, Selçuklu toprakları içinde idiler. Sadece Noyan Baycu değil, İl Kağanlığının (İlhanlı, 1256- 1353) Moğol yönetimi de vezir Süleyman Pervaneyi destekleyecekti...
Il Kağanlığı (İlhanlı) hükümdarı Hülagü (1217- 1265; Il Kağanlığı yönetimi, 1256- 65), Irakı, Bağdadı fethetmeye hazırlanırken, ordusu ile birlikte Baycuyu da yanına çağıracaktı. Moğol ordusunun Anadoludan ayrıldığını duyan II. İzzeddin Keykavus, İznik (Nicaea) İmparatorluğundan elde ettiği 3000 Frank askeri ile Konyaya gelip yeniden tahta oturacaktı. Sultan IV. Kılıçarslan, Kayseriye çekilecek, veya sığınacaktı. II. İzzeddin Keykavusa bağlı güçler tarafından izlendiği için orada da tutunamayan IV. Kılıçarslan, Tokata dek çekilecekti. Sonunda O, IV. Kılıçarslan, Moğollara gidip, saltanatını kurtarmalarını isteyecekti. Ülke yeniden bölünüp çift başlılığa sürüklenecekti. Sonuçta, Moğolların da dahil oldukları yeni bir içsavaş başlayacaktı...
Durumu özetleyecek olursak, Moğolların önünden kaçmak zorunda kalarak Anadoluya girmiş olan Türkmenler, uç Türkmenleri, İznik Grek İmparatorluğu ve birkısım Kürt, yeniden Konya sarayına yerleşmiş olan II. İzzeddin Keykavusu desteklemekte idiler. İl Kağanlığı (İlhanlı) Kağanı Hülagü ise, IV. Kılıçarslanı desteklemek amacıyla önce bir tümen (10 bin asker) ve ardından bir tümen asker daha yollayacaktı... Daha önce ifade etmiş olduğum gibi, II. İzzeddin Keykavus, annesi nedeniyle, İznik Bizans İmparatorluğu yönetimi ile akraba idi...
Sultan II. İzzeddin Keykavusun, en küçük kardeşi II. Alaaddin Keykubad ile birlikte, Batu Kağan ile görüşmek amacıyla Karadenizin kuzeyine, Altın Ordunun (Golden Horde, Kıpçak Kağanlığı) başkentine doğru yola çıkmış olduğunu; Vezir Karatayın ölümü üzerine Keykavusun, en küçük kardeşi Keykubadı Batuya giden heyetle birlikte yolda bırakarak geri döndüğünü; küçük kardeş Keykubadın yolda zehirlenerek öldürüldüğünü, daha önce yazmıştım... Batu Kağana gitmekte olan sözkonusu heyet, kendi içinde bölünmüş olsa da yoluna devamedecek, uzun ve zor bir yolculuğun ardından Batunun huzuruna çıkacaktı. Heyet önce, II. Alaaddin Keykubadın ölümü hakkında bir soruşturmadan geçirilecekti...
Vezir Karatay 1254 yılında öldüğüne göre, sözkonusu heyet, -Cengiz Kağanın torunu ve Altın Ordu veya Kıpçak Kağanlığının kurucusu- Batunun (kağanlığı, 1242- 1255) huzuruna, Onun son günlerinde, ölümünden hemen önce, 1255 yılında çıkmış olmalıydı... Sözkonusu Selçuklu heyeti daha sonra, Cengiz Kağanın torununun torunu Mengu Timurun (Möngke Temür) ilgisine bırakılacaktı. Batu Kağanın torunu olan, ve ileride, 1266- 80 yıllarında Kıpçak Kağanlığını yönetecek olan Mengu Timur (Möngke Temür) Anadolu Selçuklu Devletinin kaderi hakkında karar verecekti... Hemen sıcağı sıcağına belirtmek gerekirse, Kıpçak Kağanlığı ileride, özellikle Öz Begin kağanlığı (1313- 1341) yıllarında İslamlaşıp Türkleşecekti. Kıpçak Kağanlığını oluşturan unsurlardan Moğollar, Kıpçak türkçesi konuşan Tatar unsurların ve diğer Türk unsurların içinde asimile olup Türkleşeceklerdi...
Mengu Timur (Möngke Temür), huzuruna kabulettiği Selçuklu heyeti ile görüşürken, Noyan Baycudan, Selçuklu topraklarında kendilerine karşı direniş ve çarpışma olduğu, haberi gelecekti. Baycudan gelen haberin etkisi, ve kendi içinde bölünmüş Selçuklu heyetinden farklı taleplerin gelmesi üzerine Mengu Timur, Rum Selçuklu Devletinin bölünerek iki ayrı hükümdar tarafından yönetilmesine karar verecekti... Mengu Timurun kararına göre, Kızılırmakın batısından İznik Bizans İmparatorluğu sınırına dek olan topraklar II. İzzeddin Keykavusa bırakılırken, Sıvas ve Erzurum dahil aynı nehrin doğusundan Moğol sınırına dek uzanan topraklar Rükneddin IV. Kılıçarslanın yönetimi altında olacaktı... Sözkonusu heyet Anadoluya döndüğünde, Keykavus ile IV. Kılıçarslan arasındaki iktidar kavgası sürmekteydi. Heyetlerin karşılıklı ziyaretleri sonucu iki kardeş, II. İzzeddin Keykavus ve Rükneddin IV. Kılıçarslan, Mengu Timurun yarlığına (fermanına) uygun olarak ülkeyi taksim edeceklerdi. Keykavusun başkenti Konya, IV. Kılıçarslanın başkenti ise Tokat olacaktı...
Selçuklu ülkesinde yukarıda özetlenenler yaşanır, ve Anadolu Selçuklularının kaderleri Altın Ordunun merkezinden belirlenirken, İranda kurulan Moğol iktidarının, İl Kağanlığının (İlhanlı) başındaki Hulagu, II. İzzeddin Keykavus ile Rükneddin IV. Kılıçarslanı huzuruna davet edecekti... Bu satırları yazana göre, sözkonusu kişilerin temsilcilerinin Kıpçak Kağanlığını ziyaretlerinin, Mengu Timur ile görüşmelerinin, ve Mengu Timurun fermanına uygun olarak Selçuklu ülkesinin ikiye bölünmesinin ardından Hulagunun aynı iki düşman kardeşi İrana, Tebrize huzuruna çağırması, aslında, Altın Ordu (Golden Horde) veya Kıpçak Kağanlığı ile İlhanlı (İl Kağanlığı) arasında başlamış olan belli-belirsiz bir rekabetin işareti idi. Hulagu, Anadolu benden sorulur, demeye getirmekteydi anlaşılan... Sözkonusu rekabet, Altın Ordu-İlhanlı çatışması, ileride açıkça ortaya çıkacaktı... Kısacası, her iki kardeş te (Keykavus ve IV. Kılıçarslan), bu kez, Hulaguya yaranmaya çalışacaklardı. Ve sonuçta Hulagu, Rum Selçuklu Devletinin vergilerini arttıracaktı...
Prof. O. Turanın Askariden aktararak yazdığına göre, yeni vergi, 20 tümen, yani 200 bin nakid dinar altın (2 milyon gümüş dirhem), 500 top ipekli kumaş, 3000 top altın işlemeli diba (kalın canfes kumaş), ayrıca 500 at ve 500 katır olarak kararlaştırılmıştı. (Prof. O. Turan, aynı kitabının daha önceki 465nci sayfasında, aynı vergiden sözederken, -daha önce adı anılan ve Papanın Hulagu Kağan nezdindeki elçisi olan- Vincent of Beauvaise dayanarak, Moğollara yıllık haraç olarak 1 milyon 200 bin dirhem altın para, 500 at, 500 deve, 50 bin koyun, ve yarısı altın işlemeli 5000 top ipek kumaş verildiğini yazmaktadır. Aynı kişiye, yani Beauvaise göre, yollanan para, 14 at yükü tutarken, değişik tür kumaşlar 300 hayvan yükü halinde Türkler tarafından Tebrize dek götürülmüşlerdir. Ve her yıl Moğollara aynı miktarda hediyeler verilmiştir.) Anadoluda bulunan Moğol noyanlarının (beylerinin) ve askerlerinin masrafları sözkonusu verginin dışında tutulmuştur. Anlaşılmış olacağı gibi bu masraflar da -iki parçalı- Selçuklu yönetimi tarafından karşılanıyordu. Ve şüphesiz asıl ekonomik yük, çalışan halkın, üreticinin sırtında idi...
Prof. O. Turana göre, -her iki Sultana da vezirlik yapan- Mahmud Turai, Moğollara yaranabilmek için, onların Anadoludaki masraflarını yükselterek ödemekteydi. Sözkonusu vergiler ve harcamalar nedeniyle Anadolu Selçuklu Devleti ağır borçlar altında ezilirken, yapmış olduğu yüksek ödemeler sayesinde O, Mahmud Turai, vezir olarak her iki Sultanın da üzerine çıkmakta, ve mutlak iktidarı elde etmekteydi. Kastamonu vilayetinin vergi gelirleri Şemsettin Mahmud Turainin şahsi harcamalarına, ya da Ona ait olmaktaydı... Doğan Avcıoğluna göre borçlanma, Moğollardan yapılmaktaydı. Hulagu, sömürüyü ve bağımlılığı arttırmak amacıyla, her iki Selçuklu Sultanına da hazinesinden 5 milyon dirhem borc vermişti. Moğol hazinesinden yeni yeni borçlar alınarak Anadoludaki Moğol askerlerinin giderleri karşılanıyordu...
Moğollar tarafından borçlandırılmış olan II. İzzeddin Keykavus ile Rükneddin IV. Kılıçarslan, Hulagunun Suriye seferine (1259- 60) katılmak zorunda kalacaklardı. Halep ve Şam (Damaskus) istila edilip yağmalanır, Müslümanlar öldürülürken, her iki Selçuklu Sultanıda, Hiristiyan Haçlı güçlerle birlikte Moğolların yanında idiler. Müslümanları sevmeyen ve Vatikan ile, Haçlı güçleri ile anlaşmış olan Moğolların safında, sözkonusu iki Selçuklu Sultanınından başka, Antakya Prensi (1252- 68) ve Tripoli Kontu (1252- 75) VI. Bohemond (1237- 1275) ile Küçük Ermenistan (Kilikya veya Cilicia) Kralı Hethum (Hayton; yönetimi, 1224- 1269) bulunmaktaydı. VI. Bohemond, V. Bohemondun oğlu; IV. Bohemondun torunu; ve I. Haçlı Seferi sırasında, 1098 yılında Haçlılar tarafından zaptedilen Antakyanın Prensi, yöneticisi yapılan I. Bohemondun torununun torunu olmaktaydı... (Açıkça görüldüğü gibi üst sınıflar, Anadolu Selçuklu yönetimi, sırf kendi yararlarını, kendi zenginliğini ve halk üzerindeki egemenliğini koruyabilmek amacıyla, tüm topluma ve inanır gözüktüğü İslam dinine, tüm değerlere ihanet etmiştir. Bu gerçek, sadece Selçuklu üst sınıflarına, Türk üst sınıflarına, veya Müslüman yöneticilere özgü olmayıp, aslında, büyük ölçüde -hangi inançtan veya milletten olursa olsun- tüm üst sınıflara özgüdür. Ve yine sanırım bu rezaletten çıkartılması gereken önemli dersler vardır.- Y. Küpeli)
Daha sonra, ileride, II. İzzeddin Keykavus ile Rükneddin IV. Kılıçarslan, sözkonusu seferden ayrılıp merkezlerine döneceklerdi. Ve birsüre sonra Moğol ordusu, Eylül 1260da, -daha önce de belirtilmiş olduğu gibi- Filistin içindeki Nablus yakınlarında, Ayn Calut (Jalut) mevkiinde ağır bir yenilgiye uğratılacaktı. Moğol ordusunu çok ağır bir yenilgiye uğratarak onların yenilmezlikleri konusundaki efsaneyi yıkan Memluklu ordusunun kumandanı, Kırım asıllı bir Kıpçak Türkü olan Baybarsdan başkası değildi. Sözkonusu büyük zaferi kazanmış olduğu sırada Baybars, Sultan Kutuzun (Qutuz) generali, başkumandanı idi ama, zaferinin hemen ardından, aynı yıl O, Memluklu tahtına oturacaktı...
Avcıoğluna göre, her iki Sultana da vezirlik yapan Şemsettin Mahmud Turai, gerisinde devlete büyük bir borç yükü bırakarak 1260 yılında ölecekti. Onun ölümünün ardından, Keykavus ile IV. Kılıçarslan arasındaki gerilim yeniden yükselmeye başlayacaktı... II. İzzeddin Keykavus, Konyalı bir zengin olan Fahreddin Aliyi kendisine baş vezir tayinederken, Rükneddin IV. Kılıçarslan, tam bir Moğol işbirlikçisi olan Müineddin Süleyman Pervaneyi baş vezir yapacaktı...
Daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, IV. Kılıçarslanın egemen olduğu bölge, Anadolunun doğusu, Moğollar ile sınırdaştı. Ayrıca O, baştan beri Moğollar tarafından desteklenmişti, onlara hep daha yakın durmuştu... Yine daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, İznik Bizans İmparatorluğu hanedanından Hiristiyan Grek dayıları nedeniyle, ve ayrıca Katolik Latinlerin Ortodoks Bizansın düşmanları olmaları nedeniyle, ve yine Katoliklerin Moğol İmparatorluğu ile anlaşmış olmaları nedenleriyle II. İzzeddin Keykavus, ülkenin batı parçasına egemen bu hükümdar, Bizans ve uç Türkmenleri tarafından desteklenmekteydi... Baybarsın Ayn Calut mevkiinde Moğol ordusunu hezimete uğratmış olması, Moğollara başkaldırı konusunda II. İzzeddin Keykavusun umutlarını yeşertecekti. Ve Keykavus, Antalya üzerinden, denizyolu aracılığıyla, yeni Memluklu hükümdarı Baybars ile ilişkiye geçecekti. Sonuçta II. İzzeddin Keykavus, Baybarsa elçiler yollayacaktı...
Diğer yandan, yaklaşık aynı zaman dilimi içinde, 1257 yılında, Altın Ordu, veya Kıpçak Kağanlığı devletinin başına, yaşamını yitirmiş olan ilk kağan Batunun erkek kardeşi ve Cengiz Kağanın torununun torunu Berke (Barakah, 1257- 67) oturacaktı. Kıpçak Kağanlığının ikinci kağanı olan Berke, İslam dinine geçmişti. O, Kıpçak Kağanlığının ilk Müslüman hükümdarı olmuştu...
Berke, İranın başındaki kuzeni Hulagunun gücünü yaymasından rahatsızdı, Onu sevmiyordu. Sözkonusu nedenle ve ayrıca İslamiyeti seçmiş olmasının bir sonucu olarak Berke, Kahire merkezli Memluklu devleti ile ilişkiye geçmiş, onlarla ittifak kurmuştu. Büyük Cengiz İmparatorluğundan da bağımsızlaşan Berke, Kubilay Kağan ile Onun erkek kardeşi Arigböge (Arıkböge, ölümü 1266) arasındaki mücadeleye, Arigbögenin safında karışmıştı... Komşu coğrafyalardaki politik gelişmelerin bilincinde olan II. İzzeddin Keykavus, Kıpçak Kağanı Berke ile de ilişkiye geçecek, destek arayacaktı... Keykavusun Memluklu devleti ile kurmuş olduğu ilişkiler, Müineddin Süleyman Pervane tarafından Il Kağanlığı (İlhanlı) Moğollarına ispiyon edilecekti...
Konya Sultanı II. İzzeddin Keykavusun işleri hakkında gelen bilgiler, ve Keykavusun haraç ve borçlarını ödemekte gecikmiş olması, Hulaguyu öfkelendirmişti... Avcıoğluna göre Hulagu, II. İzzeddin Keykavusu huzuruna çağıracaktı. Keykavus gerekli para ile yola çıkmış olsa da, yaşanan geçikme nedeniyle Hulagu, 1261 yazında, Anadoluda olan kumandanı Alıncaka, bir tümen (10 bin kişi) askeri ile Konya üzerine yürümesi emrini verecekti. Alıncakın ordusuna, IV. Kılıçarslanın veziri Pervanede kendi güçleri ile katılacaktı. Alıncak- Pervane ortak gücü, Konya-Aksaray önüne geldiğinde, bir uzlaşma sağlanır umuduyla Keykavus, veziri Fahreddin Aliyi, üzerine gelmekte olan birleşik ordunun karargahına yollayacaktı. Pervane, Fahreddin Aliye, ülkenin tamamının veziri olmak istediğini bildirecekti. Fahreddin Alide bu talebi kabuledip onlarla uzlaşacaktı... Fahreddin Alinin ihneti ve Moğol ordusunun Konya üzerine yürümesi karşısında II. İzzeddin Keykavus, Antalyaya kaçıp yeni kuvvetler toplamaya çalışacaktı... Sonuçta, IV. Kılıçarslan, Ağustos 1261de Konya tahtına oturacak, ve ülkenin tümünün hükümdarı olacaktı... Keykavusun kaçarken bırakmış olduğu eşyalara ve hazineye, Hulagu adına kumandanı Alıncak elkoyacaktı...
Avcıoğluna göre, Memluklu Sultanı Baybars, Antalyada olan II. İzzeddin Keykavus ile ilişki kuracak, ve Onu Mısıra davet edecekti. Baybars, asker yollayarak Onu yeniden tahtına oturtma vaadinde bulunacaktı... Keykavus bu davete gitmeyecek, asker toplamayı sürdürecekti. O, Alıncak-Pervane ortak güçleriyle yeniden savaşa tutuşacak, ve yeniden yenilecekti... Artık Anadolunun heryerinde Moğol askerleri vardır. Ve Moğollar, haraçlarını ve verdikleri borçları geri toplayabilmek için, Anadoluda kurumlaşmaya gideceklerdi. Onlar, bir çeşit Düyun-u Umumiye teşkilatı oluşturacaklardı. Vezir ünvanı taşıyan bir Moğol görevlisi, sadece borç toplama işi ile ilgilenecekti... Gelirleri daha önce vezir Şemsettin Mahmud Turaiye giden Kastamonu vilayetinin gelirleri, ayrıca Aksaray ve Develinin gelirleri, Hulagunun borç toplama işi ile görevli ve vezir unvanlı temsilcisine bırakılacaktı... (Osmanlı İmparatorluğu, 1873 yılında moratoryum (moratorium) ilanedecekti. Yani imparatorluk, tüm ekonomik anlaşmalarını birsüre için durduracaktı. Bu bir çeşit iflasın ardından alacaklı Batılı hükümetler ve mali kuruluşlar, alacaklarını tahsil edebilmek amacıyla, 1881 yılında, Osmanlı maliyesi üzerinde denetim kurmayı sağlayan Düyun-u Umumiye İdaresini kuracaklardı. Sözkonusu yapının içinde Avrupalı alacaklılar temsil edileceklerdi. Osmanlının Düyun-u Umumiye İdaresi ile borçlarına sadık kalacağını ve mali piyasalarda borçlu bir devlet olarak tanınacağını garanti etmesinin ardından, ülkeye yeniden yabancı sermaye akışı başlayacaktı... Moğol İlhanlı yönetiminin Anadoluda kurmuş olduğu sömürü kurumu, borçları tahsil kurumu, bundan 750 yıl kadar sonra kurulacak olan emperyalist kurum Düyun-u Umumiye İdaresi ölçüsünde karmaşık ve mükemmel bir yapı olamazdı şüphesiz ama, teşbihte hata olmaz, denir.-Y. K.)
Selçuklu veziri Müineddin Süleyman Pervane, iç işlerinde tamamen özgür kalacaktı. Moğolların, Il Kağanlığının vasalı (kölesi) konumuna sürüklenmiş Anadolu Selçuklu Devleti tarihinde, artık, bir Pervane dönemi (1262-77) başlamıştı. Avcıoğluna göre, bu dönemde ekonomi canlanacaktı ama, Moğol karşıtı ve Keykavus yanlısı Türkmenlerin yarattıkları kargaşa durmayacaktı... Keykavus döneminden kalma ve Keykavus yanlısı birçok yüksek rütbeli kişi yakalanıp Moğol komutanı Noyan Alıncaka yollanacaktı. Bunlar Moğollar tarafından öldürülürken, vezir Pervane, sözkonusu kişilerden boşalan yerlere kendi adamlarını yerleştirecek ve devlet mekanizması üzerinde tam bir egemenlik kuracaktı...
Pervane döneminde, devlete ait topraklar, devlet mülkü, kişisel ellere geçmeye başlayacaktı. Yani, merkezi feodal yapı dağıtılıp, Avrupada olduğu gibi bir çeşit senyörler üretilmeye, feodal beyler türetilmeye başlanacaktı. Şüphesiz bunların, yani devlet adına, kamu adına sultana ait olan mülkü kişisel mülk haline getirenlerin başında -iktidarı elinde tutan- Müineddin Süleyman Pervane gelmekteydi. Tokat ve Niksar çevresinin gelirleri Pervaneye akmaktaydı. Trabzon Rum İmparatorluğunun elinden geri alınan Sinop, Moğol Kağanınından ve Konya Sultanından (IV. Kılıçarslan) sağlanan fermanlar (yarlık) ile Pervaneye ait olacaktı...
İlerideki yıllarda IV. Kılıçarslan, merkezi güçsüzleştiren bu sürece, feodal beyler üretme sürecine karşı çıkacaktı... Tarihçi İbn Bibiden aktaran Doğan Avcıoğluna göre, IV. Kılıçarslan, aynı konu ile ilgili görüşlerini birçok kişinin yanında konuşacaktı. O, Selçuklu Sultanına ait toprakların Pervane ve yakınları tarafından gaspedilip sömürüldüğünden sözedecekti. Anlaşılan, Moğolların has adamı Pervanenin ülkenin asıl yöneticisi ve en varlıklı kişisi konumuna yükselmiş olması, hukuken ülkenin sultanı durumundaki IV. Kılıçarslanı rahatsız etmeye başlamıştı...
Pervanenin buna, Kılıçarslanın tepkisine yanıtı, IV. Kılıçarslanı, Memluklu devleti ile işbirliğine girdiği konusunda Moğollara ihbar etmek olacaktı. IV. Kılıçarslan, Moğollar tarafından, Anadoluyu Memluklu Sultanı Baybarsa teslime hazırlandığı, suçlaması ile idama mahkum edilecekti. Ve Ağustos 1266da Konya-Aksaraya getirilen Rükneddin IV. Kılıçarslan, ağır hakaretler ve işkenceler ile öldürülecekti...
Öldürülen IV. Kılıçarslanın henüz bir bebek olan oğlu III. Gıyaseddin Keyhusrev, vezir Müineddin Süleyman Pervane tarafından tahta oturtulacaktı. Böylece Pervane, herhangi bir ortak olmadan, ve eskisinden de güçlü olarak devleti istediği gibi yönetmeye başlayacaktı... (Bu satırları yazana göre, özellikle yukarıdaki yedi-sekiz paragraftır yazılanlar, ve şüphesiz daha önceki birçok anlatı, özellikle Müineddin Süleyman Pervanenin kişisel kazanç ve iktidar uğruna gerçekleştirdiği ihanetler, iftiralar, günümüz Türkiyesinde geçtiğimiz 60- 65 yıldır yaşanmakta olanları çağrıştırmaktadır. Şüphesiz aynı açıklıkta ihanetler yaşanmış olmasa bile, olanların belki birebir aynıları olmamış olsa bile, bana öyle geldi. Kısacası, güneşin altında değişen pek birşey yokta denebilir...- Y. K.)
Aynı dönemde, Pervanenin herhangi bir vezirin çok ötesinde bir iktidara sahibolduğu, Rum Sultanı unvanını taşıyacak kadar güçlü olduğu bu yıllarda, ve aslında çok daha sonrasında da, Doğu-Batı ticaretinde ve Akdeniz ticretinde, iki İtalyan kent cumhuriyeti egemen durumdaydılar. Bunlar, kuzeydoğu İtalyada kurulu Venedik Cumhuriyeti ile kuzeybatı İtalyada kurulu Ceneviz Cumhuriyeti idiler...
Venedik ve Ceneviz cumhuriyetleri ile Ortadoğuda yerleşmiş Haçlı güçleri, ayrıca Kilikyada kurulu Küçük Ermenistan Krallığı, Doğu Karadeniz kıyısında kurulu Trabzon Rum İmparatorluğu, ve İranda kurulu Moğol İl Kağanlığı (İlhanlı) arasında canlı bir ticaret vardı. Bu ticaretin transit yolu, Anadolunun Doğu Akdeniz limanları ile Müineddin Süleyman Pervanenin kontrolundaki Anadolu idi. Hernekadar Anadolu (Rum) Selçuklu Devleti, Tarabzon Rum İmparatorluğu ve yine Kilikyada kurulu Küçük Ermenistan Krallığı, bunların hepsi de Moğol vasalı (kölesi) konumunda olsalarda, Rum Selçuklu Devletinin Moğollara ödemekte olduğu vergiler arttırılmış olsa da, sözkonusu transit ticaret Selçuklu devletindeki ekonominin canlanmasına neden olacaktı. Daha çok üst sınıfların, varlıklı kişilerin, ve kentli halkın ekonomik durumlarında düzelme, yeniden bir zenginleşme başlayacaktı... Anadoludan geçen ticaret yollarının güvenliğini, Selçuklu Devleti ile Küçük Ermenistan birlikte sağlayacaklardı... Sözkonusu ticarete tehdit, göçebe Türkmen aşiretlerinden gelmekteydi...
Daha önce, Anadoluda bulunan Il Kağanlığı tümeninin komutanı Alıncakın, Hulagunun emri ile, ve cezalandırma amacıyla, 1261 yılında Konya üzerine yürüdüğünü, Pervanenin de askerleri ile bu orduya katıldığını, Konya Sultanı II. İzzeddin Keykavusun tahtını ve hazinesini geride bırakarak Antalyaya kaçtığını yazmıştım... Bizansı İznik (Nicaean) İmparatoru (1259- 61) olarak sürdüren VIII Michael Palaeologus, II. İzzeddin Keykavusun Antalyaya kaçtığı yıl (1261 yılı), Konstantinoupolise (İstanbul) yerleşmiş olan Latinleri kovup kenti elegeçirecekti. Sonuçta O, Konstantinoupolis merkezli Bizans İmparatoru olma (1261- 82) başarısını gösterecekti. Artık Konstantinoupolis (İstanbul), yeniden Ortodoks Greklerin ellerinde idi...
II. İzzeddin Keykavus, eskiden beri tanıdığı VIII Michael Palaeologusa sığınacak, ve Onun yanında hükümdar muamelesi görecekti... Keykavus, Bizans İmparatoru Palaeologus, Memluklu Sultanı Baybars, ve yeni Müslüman olmuş Kıpçak Kağanı Berke arasında, İlhanlı Kağanı Hulaguya karşı bir ittifak oluşacaktı. Fakat birsüre sonra, Hulagunun ve Onun müttefiklerinin baskısı sonucu, Bizans İmparatoru VIII Michael Palaeologus, 1262 yılında, bu ittifaktan kopacaktı. Ve Palaeologus, misafiri II. İzzeddin Keykavusu, Meriç Nehrinin Ege Denizine döküldüğü yerde kurulu Enez Kalesine hapsedecekti. Sözkonusu ihanetin ardından Kıpçak Kağanı Berke, kuzeybatıdan Bizans üzerine 20 bin kişilik bir ordu yollayacak, ve ordusuna Bulgarları da katacaktı... Bizans topraklarına giren Kıpçak ordusu, Keykavusu Enez Kalesinden kurtarıp oğulları ile birlikte Berkenin yanına getirtecekti. Berke, iki kentin gelirini Keykavusa tahsis edecekti. Keykavus, öleceği 1279 yılına dek Kırımda varlıklı ve sakin bir yaşam sürdürecekti... VIII Michael Palaeologus, kızı Mariayı değerli hediyelerle birlikte evlenmesi için Hulaguya yollayacaktı ama, genç gelin adayı daha yolda iken, 8 Şubat 1265 günü Hulagu, İranda yaşamını yitirecekti. Maria, Hulagunun tahtına oturan Abagha (yönetimi, 1265- 82) ile evlenecekti...
c) Anadolu (Rum) Selçuklu Devletinin ve Moğol İlhanlı Devletinin yıkılışları ve ilk Anadolu beyliklerinin şekillenişleri üzerine çok kısa notlar
Moğol baskısı ve sömürüsü altında geçen bu -isyanlar ve savaşlarla dolu- karmaşık ve renkli süreçte yeralan ünlü karakterlerden biri de, Mevlana Celaleddin Rumiden (1207- 73) başkası değildir. Şimdiki Afganistanın kuzeyinde yeralan Belh (Balkh) kentinde Sufi teolog-yazar-öğretmen bir babanın oğlu olarak 30 Eylül 1207 günü doğan Celaleddin Ruminin ailesi, gelmekte olan Moğol tehlikesi karşısında, 1218 yılında, Batıya doğru göç edecekti. Yolu üzerindeki birtakım durakların ardından aile, 1228 yılında Konyaya gelecekti. Hatırlanacağı gibi o yıllarda en büyük Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubad (yönetimi, 1220- 1237) baştaydı, ve Rum Selçuklu devleti en parlak dönemini yaşamaktaydı... Mevlana ailesinin Konyaya yerleşmesinden 15 yıl kadar sonra, 1243 Kösedağ savaşı ile birlikte Rum Selçuklu Devleti Moğolların vasalı (kölesi) haline gelecekti. Süreç içinde bu kölelik koşulları ağırlaşacaktı... Sözkonusu savaş ve baskı yıllarının, yaşanan kanlı sürecin, Mevlanaın düşüncelerinin etkilememiş olması düşünülemez...
İlginçtir, Prof. O. Turana göre, Mevlananın en yakın dostlarının başında, sadık Moğol işbirlikçisi ve -IV. Kılıçarslanın Sultan olduğu yıllarda ve sonrasında- ülkenin en güçlü kişisi konumunda olan Müineddin Süleyman Pervane gelmekteydi. Pervane, Mevlanaya ve yakınlarına değerli hediyeler yollarken, Mevlanada mektuplarında Ona, Uluğ-Pervane, Pervane-i Azam, Kutluğ uluğ Pervane , Munieddin Pervane beg olarak hitabetmekteydi... Anlaşılmış olacağı gibi, her kim olursan ol, yine de gel diyen Mevlana, anlaşılan dünyayı, daha çok kent soylularının, üst sınıfların gözleri ile, gücü elinde tutanların uzlaşmacı düşünce yapısı ile görmekteydi... Diğer yandan O, anlaşıldığı kadarıyla, her kim olursan ol, yine de gel detken, yenilmişliğin, çaresizliğini, bir anlama gerçek durumunun gözüyle yaşama bakmaya çalışmaktaydı. Anlaşılan O, Moğollar karşısındaki yenilmişliği ve yönetici üst sınıfların Moğollara teslimiyetlerini düşüncesinde meşrulaştırmaktaydı... Doğrusu bu konuda, Mevlana konusunda pek konuşacak yeterli bilgim olmasa da, sanırım, içinde olduğu kargaşa ve baskı koşulları, Onu bu şekilde düşünmeye ve davranmaya, birçeşit pasifizme, durumu kabullenen bir barışçılığa zorlamıştı...
Aynı dönemde, Moğollara ve işbirlikçi IV. Kılıçarslan ile Pervaneye karşı mücadele süreci içinde, ilk Anadolu beylikleri şekillenmeye başlayacaktı... Denizli yöresindeki uç Türkmenleri ilk beyliği şekillendireceklerdi ama, bu uzun ömürlü olmayacaktı. İkinci beylik, Karaman yöresindeki Türkmenler tarafından şekilledirilecekti. İleride en güçlü Anadolu beyliği olacak olan Karamanoğulları Beyliği (1250?- 1487), başlangıçta fazla dayanamayacaktı... Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, Moğolları Nablus yakınlarında yeralan Ayn Calut (Jalut) mevkiinde çok ağır bir yenilgiye uğratmış olan Baybars, 1277 yılında ordusu ile Anadoluya girecek, ve Elbistan Savaşında, Moğol istilacıları yeniden ağır yenilgiye uğratacaktı. Türkmen aşiretleri ile işbirliği halinde Anadoluda İslamın egemenliğini yeniden kurmaya çalışan Baybars, Kaseriyi aldıktan sonra, hızla Suriyeye çekilecekti... Sanırım Onun asıl sorunu, egemenlik alanının kuzeyini ve kuzeybatısını güvenlik altına almaktı...
Baybarsın çekilmesinin ardından, aynı yıl (1277), İl Kağanlığının (İlhanlı) yeni Kağanı Abagha (yönetimi, 1265- 82), intikam amacıyla ordusu ile Anadoluya girecekti. Müineddin Süleyman Pervanenin gizlice Baybars ile mektuplaştığı ihbarını alan Abagha, Pervaneyi ve yakınlarını Aladağda idam ettirtecekti- bazı kaynaklara göre Pervane, Memluklu sultanı ile açıkça diplomatik ilişki başlatmıştı. Sonuçta, ihbarettiği IV. Kılıçarslanı Moğolların elinde ölüme yollamış olan Pervanenin ölümü de, Moğolların elinde gerçekleşecekti... Şüphesiz tüm bunlar olağanüstü toplumsal trajedilerdi. Hatta, yaklaşık İ. Ö. 3000 yıllarından beri, Mezopotamyada, Mısırda, İran Platosunda, Anadoluda, Pers dünyasında, Helen dünyasında, Part ve Sasani dünyalarında, Roma ve Selçuklu dünyalarında, Osmanlı dünyasında, ve diğerlerinde, bilinen tarihin kaydettiği onlarca ve onlarca korkunç trajedi yaşanmıştı. Fakat malesef, önce de ifade etmiş olduğum gibi, Anadoludan ve çevresinden bir William Shakespeare (1564- 1616) çıkmayacaktı. Çünkü, çok güçlü ataerkil toplumsal yapının ve çok güçlü merkezi otokratik yönetimlerin bir sonucu olarak, düşünce ve söz özgürlüğü, hep alabildiğine ağır baskılar altında olmuştu....
Parçalanmış Anadolu Selçuklu sınırları içinde sözkonusu trajik gelişmeler yaşanırken, 15 Mayıs 1277 günü, Karaman ve yöresi Türkmenleri Konyaya girip, bu zengin kenti yağmalayacaklardı. Yine onlar, Kırımda son yıllarını yaşamakta olan II. İzzeddin Keykavusun oğlu Alaeddin Sivayuşu tahta oturtacaklardı. Karamanoğlu Mehmed Bey ve diğer bazı önemli kişiler, Sivayuşun önünde yer öpüp bağlılıklarını bildireceklerdi... Prof. O. Turana göre, Selçuklu tarihçilerinin cimri adını takmış oldukları Alaeddin Sivayuşun iktidarı, sadece 37 gün sürecekti. Gıyaseddin Sivayuş olarakta anılan Selçuklu şehzadesi Alaeddin Sivayuşu aşağılamak amacıyla takılmış olan cimri lakabı, o dönemin türkçesinde, eşkiya, serseri, dilenci, sefil anlamlarına kullanılmaktaydı...
Sonuçta Moğollar Karamanlıları bozguna uğratacaklardı... Konyada türkçeyi resmi dil ilanetmiş olan Karamanoğlu Mehmed Beyin ve kardeşlerinin Moğollar tarafından öldürülmelerinin ardından Alaeddin Sivayuş, Batıya doğru kaçacak ve uç Türkmenlerini çevresine toplayarak Moğollara ve onların kölesi konumundaki Selçuklu yönetimine karşı mücadeleyi sürdürecekti... Birsüre sonra bu başkaldırı, Karamanoğlu Mehmed Beyin isyanı, 30 Mayıs 1279da Bolvadin yakınlarındaki savaşta yaşanan yenilgi ile bastırılacaktı. Aynı savaş sırasında, öldürülen Türkmenlerle birlikte Alaeddin Sivayuşda yaşamını yitirecekti. Moğollar ile yaşanan bu çatışmalarda Türkmenler, çok büyük kayıplara uğrayacaklardı... Kırımın güneydoğu kıyısındaki Sudak (Suğdak) limanından yaşamakta olan II. İzzeddin Keykavus, Oğlu Alaeddin Sivayuşun ölümünün ardından, aynı yıl (1279) yaşamını yitirecekti...
Daha önce, Bizans İmparatoru VIII Michael Palaeologusun, kızı Mariayı, evlenmesi için Hulaguya yolladığını ama, genç gelin adayı yolda iken, 8 Şubat 1265 günü Hulagunun İranda yaşamını yitirdiğini, ve Marianın Hulagunun tahtına oturan oğlu Abagha (yönetimi, 1265- 82) ile evlendiğini, yazmıştım. Moğollar tarafından Despina Hatun olarak adlandırılan Maria, adından da anlaşılacağı gibi, Doğu Ortodoks Hiristiyan inancını koruyarak Abaghanın eşi olmayı sürdürecekti. Şubat 1234de doğmuş olan Abaghanın üvey annesi Kerait prensesi, Nesturi (Süryani) Kilisesine bağlı bir Hiristiyandı (Kerait: Moğolistanın batısında yaşayan bir halk grubu, aşiret). Abaghanın kendisi de sınırlı ölçüde Budist idi. Yani O, farklı dinlere karşı töleranslı biri idi... Hulagunun oğlu Abagha, ya da Abaka (Abagha, moğolca, amca anlamına), Kuzeyde İslamiyeti seçmiş kuzeni Berke önderliğindeki Kıpçak Kağanlığı, güneybatısında ise Kahire merkezli Memluklu Sultanlığı ile savaşmak zorunda kalacaktı. Ayrıca O, Moğolların, Büyük Moğol İmparatorluğunun kendi iç çatışmaları, iç savaşları ile de uğraşmak zorunda kalacaktı. Kısacası Abagha, sadece iki cephe de değil, bir üçüncü cephede daha savaşmak zorunda idi... Abagha, Vatikan ile, bölgedeki Fransız Haçlıları ile, Kilikyada kurulu Küçük Ermenistan Krallığı ile, Doğu Karadenizde kurulu Trabzon Rum İmparatorluğu ile, ve Bizans ile ittifak halindeydi. Bu nedenle eşi Marianın (Despina Hatun) Hiristiyan adına sahibolması ve Hiristiyan inancına bağlı olması, Il Kağanlığının (İlhanlı) ikinci kağanı olan Abaghanın işine gelmiş olabilirdi...
Abagha, 1 Nisan 1282 günü Hamadanda ölünce, Bizans İmparatoru VIII Michael Palaeologus, Bağdada gelecek ve kızı Mariayı bir başka Moğol kağanı ile evlendirmeye çalışacaktı. Anlaşılan O, kızını kullanarak Il Kağanlığı ile dost geçinmek, o cepheden bir darbe yememek, ve onları kendi hesabına kullanmak istiyordu. Bu satırları yazanın düşüncesine göre, muhtemelen O, Bizans İmparatoru Palaeologus, aynızamanda İl Kağanlığının dostluğuna sığınarak, aynı Kağanlığın diğer müttefiklerinden olan Katolik Latinlerin üzerine gelmesinden, onların baskılarından da kurtulmuş oluyordu... Babasının baskısına karşın Maria (Despina Hatun), böyle bir evliliği reddedecek, Konstantinoupolise (İstanbul) dönüp yaşamının kalan kısmını rahibe olarak geçirecekti. Acı anıları, istemi dışında satılmış olması, Onu böyle bir yola itmiş olabilirdi...
Ölen Abaghanın tahtının öncelikli varisi, oğlu Arghun idi ama, Abaghanın kardeşi (Arghunun amcası) Tekuder (yönetimi, 1282- 84) alel acele tahta oturtulacaktı. Tekuder, Nesturi Kilisesine bağlı bir Hiristiyan olarak Nicholas Tekuder adıyla doğmuştu (Nesturi Kilisesinin kökleri, 431 yılında toplanan Efes Konsülüne/ Meclisine uzanır. Bu Doğu Hiristiyan Kilisesi, Kuzey Irakta, Güneydoğu Anadoluda, Suriyede, ve genellikle Asuri halkı arasında örgütlüdür.). Fakat O, Tekuder, kısa süre sonra İslam dinini seçecek ve Ahmed Teküder adını alacaktı... Bu satırları yazana göre, Teküderin Hiristiyanlıktan İslamiyete geçişinde, yönetmekte olduğu halkın, bölge halkının ezici çoğunluğunun Müslüman olmasının etkisi, yani politik nedenler etkili olmuş olabilir... Tahtın öncelikli varisi olan ve Teküderden sonra tahta oturacağı düşünülen Arghun ise, Budist inanca bağlıydı... Bu gelişme, Teküderin Müslüman olması, Moğollar arasında yeni iç çatışmalara, ve Ahmed Teküderin yeni ittifaklar arayışına neden olacaktı... Teküderin Müslümanlığı iç çatışmalara neden olacaktı; çünkü Moğollar, dinlere karşı toleranslı olmakla birlikte, henüz İslam inancına karşı tepkili idiler. Onlar, uzun süredir çatışma halinde oldukları bu dinden hoşlanmıyorlardı...
Tahta oturan Teküderin ilk işlerinden biri, Il Kağanlığını bir Sultanlığa dönüştürmek, Mısırdaki Müslümanlara özgü -daha güçlü, varlıklı, ve büyük bir iktidarı ifade eden- Sultan ünvanını almak olacaktı. Ahmed Teküder, Memluklu sultanı Kalavuna (al-Mansur Sayf Ad- Din [Seyfeddin] Qala`un [Kalavun] al Alfi veya kısaca Qalawun [Kalavun]; yönetimi, 1279- 90) bir mektup yollayıp ittifak arayacaktı. Ahmed Teküder, iki ülke arasındaki ticaret yollarını açacak, ve Kalavuna değerli hediyeler yollayacaktı... Prof. O. Turana göre Kalavun, Ahmed Teküderin mektubuna aynı nezaketle yanıt verecek ama, bir barış anlaşması imzalamaya yanaşmayacaktı... Ayrıca O, Ahmed Teküder, Anadoluda Karamanoğulları üzerinde sürüp gitmekte olan Moğol baskısını durduracaktı... Ahmed Teküder, hem Müslüman olması nedeniyle Moğolların önemli kısmının tepkisini üzerine çekiyor, hem de Memluklular ile bir barış anlaşması imzalıyamıyordu. Böylece O, sözün gerçek anlamı ile, iki derede, bir arada kalmış oluyordu...
Aslında, Il Kağanlığının (veya yeni adıyla Il Sultanlığının) sınırları içinde yaşamakta olan halkın çoğunluğu, İslam inancına bağlı idi. Muhtemelen bu durum, ve ayrıca Müslüman bilgin ve bürokratların etkileri, Teküderin İslam inancını seçmesinde etkili olmuştu ama, yönetici sınıfı ve askeri güçü oluşturan, egemen millet konumunda olan Moğollar, İslamiyete karşı tepkili idiler. Sonuçta, Ahmed Teküder ile birlikte Il Kağanlığı tarihinde ilk kez bir iktidar kavgası, içsavaş yaşanacaktı...
Tahtın öncelikli varisi olan -Abaghanın oğlu- Arghun, Ahmed Teküderin ve yakınlarının, babası Abaghayı zehirlemiş oldukları, söylentisini yayacaktı. Ayrıca O, Teküderin İslam dinine geçmiş olmasını protesto edecekti. Sonuçta Arghun, 1284 yılında patlayan Moğol isyanının başına geçip, amcası Ahmed Teküderi yenilgiye uğratacak, ve 10 Ağustos 1284 günü Onu idam ettirtip tahta kendisi oturacaktı... Arghun, öleceği 10 Mart 1291 gününe dek tahtını koruyacaktı. Fakat bu ilk taht kavgasının ardından, Il Kağanlığı içinde prensler arasında taht kavgaları dönemi başlayacaktı... Bu arada, Moğolların vasalı (kölesi) konumuna sürüklenmiş Rum Selçuklu Devletinde de taht kavgaları sürüp gitmekteydi...
Budist inanca güçlü biçimde bağlı olan Arghun, tahta oturur oturmaz, kendinden önceki İslam yanlısı politikayı sonlandırıp, tamamen İslamiyet karşıtı bir politika izlemeye başlayacaktı. O, İslam karşıtı bir Yahudi olan Sad ad-Dawlahı (Sadud Devle) önce maliye bakanı, sonra da en önemli veziri yapacaktı. Bu dönemde Anadoludaki baskılar ve idamlar artacaktı... Arghun, Papa IV. Nicholas ile, İngiltere Kralı I. Edward ile, Fransa Kralı IV. Philip ile mektuplaşacaktı. Kızıl Denizdeki Memluklu ticaretini, Memluklu yararlarını baltalamak ve Memluklu devletini yıkabilmek amacıyla O, Arghun, 1290 yılında bir donanma inşasına başlayacaktı. Aslında, bu son ifade edilen projenin gerisinde, Arghunun Yahudi dininden veziri Sadud Devle bulunmaktaydı... Ayrıca O, Arghun, Kilikyada kurulu Küçük Ermenistan Krallığı ile, Suriye Jacobite Kilisesi (Suriye Ortodoks Kilisesi) ile, Ethopia (Habeşistan) ile, ve Gürcistan ile ilişkilerini derinleştirecekti...
Arghunu etkisi altına alan Sadud Devle, imparatorluğun en güçlü kişisi haline gelecek, ve kadrolaşacaktı. Sonuçta, bir Yahudi-Moğol iktidarı şekillenecekti... Devlet işlerinden Müslümanlar uzaklaştırılırlarken, Yahudiler ve Hiristiyanlar onların yerlerini alacaklardı... Sadud Devle, Haçlılarla da işbirliği içinde olacaktı. Yine O, önemli Müslüman önderleri yoketmeyi, ve -yukarıda ifade etmiş olduğum donanma projesi ile - Memluklu Devletini yıkmayı planlamaktaydı...
Prof. O. Turana göre, Sadud Devlenin bu sınırsız iktidarı karşısında Yahudiler, Bu adam sayesinde Tanrı Yahudileri kurtardı, ve şereflerini yükseltti., demeye başlayacaklardı. Gücü arttıkça iktidarını Moğol yöneticilere de göstermeye başlayan Sadud Devle, sonuçta, islam dünyası içinde ilk kez çok güçlü bir Yahudi düşmanlığının gelişmesine vesile olacaktı. Hastalanan Arghun Kağanın 1291de ölümünden az önce, Arablar ve İranlılar, Bağdadda, kalabalık gruplar halinde Yahudilerin dükkanlarına, evlerine saldırmaya, buraları yağmalamaya, Yahudileri öldürmeye başlayacaklardı. Benzer eylemler başka yerlerde de yayılacaktı. Arghunun hastalığından yararlanan Moğol ileri gelenleri, sonunda Sadud Devleyi iktidardan indirecek, ve Onun yaşamına sonvereceklerdi. Sadud Devlenin öldürülmesinden birsüre sonra da Arghun Kağan yaşama veda edecek, ve tahta erkek kardeşi Gaykhatu (yönetimi, 1291- 95) oturacaktı...
Tahta oturmadan önce Gaykhatu, Anadolu Selçuklu topraklarının valisi idi. Onun Tibetli Budist adı, Rinchindorj idi. Moğol dilinde bu kişinin adı, Gaykhatu, şaşkınlık, sürpriz nedeni olan anlamına gelmekteydi. Şarapla, kadınlarla, ve hatta -eğer doğruysa- erkeklerle ilişkiye geçerek tamamen moral dışı bir yaşam süren Gaykhatu, bilimsel ifadesi ile sodomi (sodomy) sayılan ilişkiler içinde olan Gaykhatu, hazineyi kontrolu altında tutabilmek amacıyla piyasaya kağıt para, banknot sürecekti. Onun bu denemesi tepkiyle karşılanacak, banknotlar kabul görmeyecekti. Sonuçta Gaykhatu geri adım atmak zorunda kalacak, banknotları piyasadan çekecekti. Bundan birsüre sonra da O, 1295 baharında öldürülecekti... (Sodomi veya ingilizce söylenişi ile sodomy, homoseksüel ilişkileri de içine alan sınırsız hertürlü anormal cinsel ilişkiyi, anüsten ilişkiler dahil hayvanlarla olan sapıkça ilişkileri dahi belirtmek için kullanılan ve suç sayılan ilişki biçimlerine verilen addır. Bu ad, Eski Ahitin veya Tevratın ilk kitabı olan Yaradılış, veya Tekvin, veya Genesis kitabının 18. ve 19. bablarında, bölümlerinde geçen Lût peygamber ve Sodom kenti öyküsü ile bağlantılıdır. Sözkonusu sözcük, yokolan Sodom kentinin adından üretilmiştir...- Y. K.)
Gaykhatunun ardından tahta, Gaykhatunun kuzeni Baydu (Baidu, 1295) oturacaktı ama, Onun iktidarı da uzun sürmeyecekti. Hiristiyanlığa sempati duymasına karşın O, kendisini Müslüman gibi tanıtacaktı... Artık Il Kağanlığı sınırları içinde kopmlocu gruplar türemişti ve Moğolların diğer kültürlere asimilasyonları hız kazanmıştı.... Il Kağanlığında yaşanmakta olan içsavaş koşullarında, tahta oturduktan beş ay sonra, 5 Ekim 1295 günü O, Baydu, -yerini alacak olan- Mahmud Ghazanın taraftarlarınca öldürülecekti...
Moğol İmparatorluğunun Il Kağanlığı kolunun yedinci kağanı olan Mahmud Ghazan (1271- 1304; yönetimi, 1295- 1304), ülkenin dördüncü kağanı Arghunun oğlu idi. Baydunun üzerine saldırıp iktidarı elegeçirmeden önce O, Mahmud Ghazan, İslamiyete geçtiğini açıklamıştı. Mahmud Ghazan, aynı yolu seçmiş askerlerinin, İslam inancına bağlı ordusunun başında Bayduyu yıkarak tahta oturmuştu. Anlaşıldığı kadarıyla Onun bu din seçimi, İslam dinine geçişi, asıl olarak politik kaygıların, hesapların bir sonucuydu. Çünkü, Il Kağanlığı nüfusunun çoğunluğu Müslüman ahaliden oluşmaktaydı... Tarihte daha başka benzer din değişiklikleri de olmuştur. Örneğin, I. Konstantin (Büyük Constantine, 280- 337), Romada yaşanmakta olan içsavaş koşullarında, iktidar kavgasında, Hiristiyan halkın desteğini alabilmek için, ülke sınırları içinde alabildiğine yaygınlaşmış olan Hiristiyan inancını seçecek, ve 312 yılında bu inanca özgürlük tanıyacaktı...
İktidarının ilk yıllarında birtakım isyanlarla uğraşacak olan Mahmud Ghazanın iktidarı ile birlikte İslamiyet, devletin, İlhanlının resmi dini haline getirilecekti... Sonuçta, Müslüman devlet statüsüne gelmiş Il Kağanlığının başındaki Ghazan, bir başka İslam devletine, Memluklulara karşı savaş açacaktı. O, 1299- 1300 yıllarında Suriyeyi işgaledecek, Memluklu ordusunu yenilgiye uğratıp Humus (Homs, Himş) kentine, ve ardından Şam (Damaskus) kentine girecekti...
İslamiyeti kabuletmiş olmasına karşın Hiristiyan Batı ile ittifak kuran Mahmud Ghazan, 12 Nisan 1302 günü Papa VIII. Boniface bir mektup yollayıp, Suriyeyi işgal planını Papaya ayrıntılarıyla anlatmıştı. O, Papadan, Memluklu Sultanlığına karşı başlatılacak büyük kampanya için Hiristiyan ordularını hazırlamasını, Hiristiyan devletleri ve sözkonusu devletlerin önderlerini bu büyük sefere davet etmesini istemekteydi. Anaşılmış olacağı gibi, İslamiyeti seçmiş Il Kağanı Ghazan, yeni bir Haçlı seferi için davetiye çıkartmaktaydı. Ve bu durum, Onun, çoğunluğu Müslüman olan halkı aldatmak amacıyla İslamiyeti şeklen seçmiş olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı... Bu satırları yazana göre, doğrusu, içinde olduğumuz 2000li yıllarda da, Mahmud Ghazan gibi Müslüman olan birçok yönetici, halkı Müslüman ülke yöneticisi bulunmaktadır. Yine anlaşılan Mahmud Ghazan, Kızıl Deniz ve Akdeniz ticaretinin getirisine elkoyabilmek amacıyla Memluklu Sultanlığını yıkabilmek ve bu kirli işi için de Haçlıları kullanmak hevesindeydi...
O, Ghazan, Avrupanın yardımını almadan, 1303 baharında, Memluklu Sultanlığına karşı kampanyasını başlatacaktı. Fakat Memluklular, Damaskusun (Şam) güneyinde Moğolları, durdurmayı başaracaklardı. Ve aynı yılın sonbaharında hastalanan Ghazan, başlatmış olduğu seferi sonlandıramadan, başarısız biçimde, 11 Mayıs 1304 günü yaşama veda edecekti...
Ghazan, görünüşte, İslamın Sünni anakolunu seçmişti. Buna karşın, Şia doktrinini geliştiren İranlılar ile Onun ilişkileri mükemmel olacaktı. Ghazanın yönetimi yıllarında İranlılar, kültürel bir yeniden doğuş yaşıyacaklardı. Şia bu dönemde özgürce ve hızla biçimde gelişme olanağı bulacaktı. Yine aynı dönemde, Moğollar ile bağlantılı bu sürece bir reaksiyon olarak, Ibn Taymiyyanın (1263- 1328) doktrini doğum yapacaktı. Suriye Damaskus (Şam) doğumlu ve bu kentte yaşayan Ibn Taymiyya, Sünni İslamın reaksiyoner Hambeli ana kolunun kurucusu Ahmad ibn Hanbalın doktrinini, çok daha tutucu bir anlayışla yeniden üretecekti. Ve Ibn Taymiyya tarafından üretilen doktrin, günümüzde İslamın en fanatik, en püritan akımı olan ve Muhammed ibn- Abdulvahab (1703/ 4- 1787) tarafında 1700lü yılların ikinci yarısında şimdiki Suudi Arabistanda üretilen geriye dönük Vahabisme (asıl adıyla, Muvahhidun = tekçi), bu püritan tekçi öğretiye kaynaklık edecekti...
Mahmud Ghazanın İslam inancını seçmiş olması, sonuçta, asıl olarak İranlılar (Persler, Sasaniler) ile Moğolları kaynaştıracak, tek bir millet haline getirecekti... Bu gelişme anlaşılabilir bir durumdu... Çünkü, 651 yılında Müslüman Arablar karşısında kesin yenilgiye uğramış olan İranlılar, eski Pers-Sasani kimliklerini koruyabilmek amacıyla, Arablara karşı sürekli bir ideolojik ve fiili mücadele içinde olmuşlardı. Sürmekte olan bu mücadelelerinde onların, İranlıların Moğollardan yararlanmaları, Moğolların ise Arablara karşı İranlılar ile yakınlaşmaları, anlaşılabilir bir olaydı...
Kendisini Pers İmparatorluğunun devamı olarak gören ve düalist Zoroastrian inancına bağlı olan Sasani İmparatorluğu (224- 651), işgalci Arablara göre çok daha yüksek ve çok daha eski bir medeniyetin temsilcisi konumundaydı. İranlıların eğitim düzeyleri, ülkelerine gelen Arablardan çok daha yüksekti. Onlar, Arab egemenliği altında, Abbasi Halifeliği içinde, bürokrasinin en üst kesimlerini ellerine geçirirlerken, Zoroastrian inancını da İslami ideolojinin içine adım adım yerleştirecekler, sonuçta Şia inancının 12 İmam Şiası kolunu şekillendireceklerdi... Moğollar İranı işgal ettiği zaman, oluşumu 500 yıl sürecek olan 12 İmam Şiası, çoktan şekillenmeye başlamıştı... Tüm bu nedenlerle Moğolların Arablara karşı İranlıların desteğini aramaları, İranlıların da Moğolları destekleyerek iktidara ortak olmaları, hatta geri planda gözükürken gerçekte ülkeyi yönetiyor olmaları, kendi 12 İmam Şiası doktrinlerini Moğol koruması altında geliştirmeleri, sonderece anlaşılabilir bir olaydı...
İslamiyeti sonradan, ticari yararlarını koruyabilmek için kabuletmiş Umayya (Emevi) ailesi ile Peygamber Muhammedin ait olduğu Haşimi ailesi arasındaki iktidar kavgası sırasında İranlılar, Alinin izleyicilerinin, Haşimi ailesinin safında yeralmışlardı. Çünkü ozaman iktidarda, Emevi İmparatorluğunun (661-750) kurucusu Umayya ailesi vardı; Arabların iktidarını onlar, Umayya ailesi temsil etmekteydi... Şam (Damaskus) merkezli Emevi İmparatorluğunun sonunu getiren, ve Bağdad merkezli Abbasi İmparatorluğunu başlatan büyük halk ayaklanmasının (750) önderi, İranlı bir köle olan Abu Müslimden başkası değildi.
Abbasi İmparatorluğu veya Abbasi Halifeliği içinde İranlılar, Barmakid sülalesi ile saray içindeki eğitimi ellerine almış oldukları gibi, bürokrasinin, bilim ve edebiyat yaşamının en üst kademeleri de onların ellerindeydi. Binbirgece Masallarının ünlü karakterlerinden olan beşinci Abbasi Halifesi Harun ar-Rashidin (Halifeliği, 786- 809) resmi Arab eşinden doğma al- Amin (Muhammad, altıncı Abbasi Halifesi, 809- 813) ile İranlı bir cariyeden doğma yedinci Abbasi Halifesi (813- 833) al-Mamun ibn Harun arasında 809 yılında başlayan taht kavgası, basbayağı bir İranlı-Arab çatışması idi. Bağdada Eylül 813de girmeyi başaran al-Mamun yanlısı ordunun komutanı Tahir, bir İranlı idi...
Al-Mamun, daha rasyonel Harici (Mutazilah) inancını devletin resmi doktrini olarak kabuleder ve Kuranın bir devlet dogması olduğunu, yani sadece politik bir metin olduğunu ilanederken, reaksiyoner bir Arab olan Ahmad ibn Hanbal, Muhammed dönemi Arab dünyasına dönüş özlemini dillendiren reaksiyoner Hambeli Okulunu, Sünni İslamın en son ve en tutucu ana akımını şekillendirmekteydi... Sonuçta, yayılıp sınırları genişleyen İslam içinde, İranın Arablar tarafından fethedilmesi ile iki toplum arasındaki savaş bitmiş olmuyordu. Kısacası, iki toplum arasında, Arablar ile İranlılar arasında varolan mücadele, zaman zaman kanlı olaylarla su yüzüne çıkarak varlığını koruyacaktı. İki toplum arasındaki mücadele, başta ideoloji alanında olmak üzere her alanda baştan beri sürüp gitmekteydi. Bu nedenle, -İslam şemsiyesi altında- Moğollar ile İranlıların Arablara karşı birleşmeleri, iktidarı paylaşmaları, anlaşılabilir bir olaydı...
Il Kağanlığının sekizinci yöneticisi olarak tahta oturan Olcayto (Öljaitü, Oljeitu, 1280- 1316; yönetimi, 1304- 16), Müslüman olarak, Muhammad Khudabanda (Muhammed Hudaverdi, olmalı) adını kullanacaktı... Muhammed, Onun kendi seçtiği bir addı ama, yakınları Ona Khudabanda (Hudaverdi) takma adını uygun görmüşlerdi... Doğduğunda, annesi nedeniyle babtist edilerek Hiristiyan yapılan ve Nicholas adını alan Muhammad Khudabanda, gençliğinde Budist inanca bağlanmıştı. Onun Khudabanda adı, anlaşılmış olacağı gibi, Budist inancından, Budist döneminden kalma idi... Ardından O, Sünni İslama geçerek Muhammed adını alacaktı. Sonunda, 1309- 10 yıllarında O, Şii inancını seçecek ve Şiayı ülkenin resmi dini haline getirilecekti... Değişik kaynaklarda, Biritannicada Onun ünlü Şii teolog Al-Hilliden etkilenmiş olduğu yazılsa da, belki bu etkilenme de bir gerçeklik payı olsa da, bu satırları yazanın düşüncesine göre, bukadar çok din değiştirmiş olan sözkonusu hükümdar, muhtemelen, Şia inancına bağlı İranlıların desteğini almayı iktidarı için daha yararlı bulmuştu...
Daha önce ifade edilmiş olduğu gibi Olcayto, doğduğunda -Hiristiyan olarak- babtist edilmiş ve Arghunun üçüncü eşi olan annesi Uruk Hatundan Nicholas adını almıştı. Bir Hiristiyan olan Uruk Hatun, Papa IV. Nicholasın adından esinlenerek oğluna Nicholas adını vermişti... Gençliğinde O, Olcayto, Budisme geçmiş, ve ardından da kardeşi Ghazan ile birlikte Sünni İslamı kabuletmişti... Olcayto, Hulagunun torunu, Arghunun oğlu, ve ölen Mahmud Ghazanın kardeşi idi... Kendi halkı (Moğollar) Onu Oljeitu olarak adlandırmakta idiler, ve bu ad moğolca da, uğurlu anlamına gelmekteydi...
Anlaşılmış olduğu gibi, baştan beri dinler arasında yolculuk yapan Olcayto (Oljeitu), 1307- 08 yıllarında Sünni İslamın Hanefi ve Şafi okulları arasında seçim yapmakta zorlanacak, ve sonra tekrar Budisme dönecekti ama, birsüre sonra O, ülkesinde Budismin politik olarak imkansız olduğunu anlayacaktı... Tanınmış Şia teologları olan hocalarının etkileri ile O, Olcayto (Oljeitu), sonunda, 1310 yılında Şia inancına bağlanacak, ve Şiayı İranın resmi dini olarak ilanedecekti. Böylece Şia, tarihte ilk kez İranın resmi dini olacaktı... Olcayto (Oljeitu), sanatların öndegelen savunucusu olacaktı. Il Kağanlığı mimarisinin en mükemmel örnekleri Onun döneminde üretileceklerdi...
Il Kağanlığının başkenti Tebriz idi. Tebrizde altın ve ipek üretimi tam bir ustalık olmuştu. Olcayto (Oljeitu) döneminde Avrupa ile ticari ilişkiler yoğunlaşmıştı. Cenevizliler 1304 yılında Tebrizde bir temsilcilik açmışlardı. Olcayto, 1306 yılında, Venediklilere tüm ticari hakları tanıyacaktı... Yine Olcayto, Hiristiyan Batı ile kendisinden önce kurulmuş olan tüm ilişkileri, ittifakları koruyacak, Memluklular ile çatışmaya devamedecekti. Kısacası O, Mahmud Ghazanın dışpolitikasını sürdürecekti...
Batı Anadoluda uç beyliği olarak başlayan, ileride Osmanlı İmparatorluğunu şekillendirecek olan, ve bir Oğuz türkçesi konuşan aşiret, 1300 yılının başlangıcında devlet örgütlenmesi olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Genç Osmanlı Devleti ile çatışma halinde olan Bizans İmparatoru II. Andronicus Palaeologus (yönetimi, 1282- 1328), kızını eş olarak Olcaytoya vermişti. Bizans İmparatoru, 1305 yılında, Olcaytodan Osmanlıya karşı asker yardımı isteyecekti. Olcayto, kayınpederi II. Andronicus Palaeologusa 30 bin kişilik bir ordu yollayacaktı... Olcayto, 1312- 13 yıllarında Memluklu Sultanlığına karşı başarısız bir sefer örgütleyecekti. Sözkonusu sefer, Moğolların Memlukluya yönelik son saldırıları olacaktı. İleride, 1322 yılında, Olcaytonun oğlu Abu Said (1305- 35; yönetimi,1317- 35) Memluklular ile Halep Anlaşmasını imzalayacaktı...
Olcaytonun 1316 yılında ölümünün ardından, Il Kağanlığında yeni bir içsavaş patlak verecekti. Olcaytonun oğlu Abu Said, tekrar Sünni İslama geçerek çatışmayı dururacak, duruma hakim olacak, ve 1317 yılında tahta oturacaktı. Buna karşın, iç mücadeleler, ayaklanmalar sürüp gidecekti... Abu Said genç yaşata, 1 Aralık 1335de öldüğü zaman, geriye bir mirascı bırakmamıştı. Sonuçta Koskoca İl Kağanlığı, birden, darmadağın olacaktı...
Yıkılan İl Kağanlığının ardından, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılma sürecinde yaşanmış olduğu gibi, Atabeylikler benzeri yeni lokal hanedanlar türeyecekti. Ordu kumandanları, valiler, önemli büyük aileler, kendi bölgelerinin hükümdarları haline geleceklerdi... Timurlenk hakkında bilgi verirken, bu lokal hanedanlar hakkında da kısa bilgiler vermiştim... Abu Saidin 1335de ölümünden sonra ortaya çıkan iktidar boşluğu içinde, Güney İranda, İran asıllı Mozaffarid (Muzaffarids) Hanedanı (1314- 93); Azerbeycana da egemen olan ve Bağdadı başkent yapan Moğol asıllı Celayir Hanedanı (Jalayirid Hanedanı, 1336- 1432); ve ayrıca Mihribanids, Kardits, Sarbadars, Jauni Kurban, Bavandids, Hazarasfid vs. gibi daha birçok küçük küçük hanedanlıklar doğacaktı...
Kara Koyunlu Türk Aşiretleri Konfederasyonu (1375- 1468), Irak ve Azerbeycanda egemen olacaktı. Türk Kara Koyunlu Hanedanı, 1432de, Moğol asıllı Celayir (Jalayirid) Hanedanının sonunu getirecekti... Moğolların bıraktıkları boşluğu 1380li yıllarda bütünüyle Timurlenk dolduracaktı. Diğer yandan Timurlenk, daha önce ifade edilmiş olduğu gibi, karadenizin kuzeyindeki Kıpçak Kağanlığının yıkılmasına da neden olacaktı... Anadolunun doğusunda, Irakta ve Azerbeycanda Timurlenkten geriye kalan boşluğu, Ak Koyunlu Türk Aşiretleri Konfederasyonu dolduracaktı. Timurlenkin kalıntısı Ak Koyunlu Türk Aşiretleri Konfederasyonu (1378- 1508), Diyarbakır yöresinde egemen olacak, ve daha sonra bunlar, Kara Koyunlunun egemenlik alanına doğru genişleyecekti... Ak Koyunlunun yerini de, Şia inancına bağlı Türk Safavi Hanedanı (1502- 1736) dolduracaktı...
Prof. O. Turana göre, Moğol işgali ve Selçuklu ordusunun dağıtılması sonucu, Miri toprak sistemi, devlete ait olup ta belirli sayıda asker beslemesi karşılığında birtakım kişilere verilen ve miras yolu ile devredilemeyen toprakların sistemi, çökmüştü. Bunun yerine Moğolların yönetiminde bir Talay idaresi kurulmuştu. Talay sözcüğü, moğolca da, umuma mahsus anlamına gelmekteydi. Yani, bu katagorideki, Talay katagorisindeki topraklar da devlete ait idi. Fakat, sözkonusu toprağı bir kira karşılığı işlemesi için birilerine verenler (mukataa), veya topraktan elde edilen gelirlerin vergisini devlet adına toplama işi ile görevli olanlar (iltizam) sistemi mevcuttu, ve sözkonusu işi yapanlar konumlarını rahatca istismar edebiliyorlar, üreticileri istedikleri gibi sömürebiliyorlardı. Onlar, gelirlerin birkısmını rahatca ceplerine indiriyorlardı... Aynı idari sistem ile (Talay sistemi ile) bağlı olarak atanan maliyeci, hakim, yargıcı, katip, vs., bunların hepsi, sonuçta ceplerini doldurmaya bakıyorlardı. Kısacası, Moğol yönetimi altında toplumsal çürüme yayılıyordu... Moğol sarayının, ve özel olarak saray kadınlarının harcamaları sürekli artmaktaydı. Ve Anadolu halkı yoksullaşmaktaydı. Bu durum karşısında halkın tepkileri, başkaldırıları çoğaltmaktaydı...
Mevcut yozlaşma süreci içinde Anadoluya yollanan Moğol valiler, kendilerini yollayan İl Kağanlığına, devletin mekezine başkaldırıyorlardı. Anadoluda görevli Moğol valiler ile Il Kağanlığının merkezi arasında da çatışmalar oluyordu. Halkın tepkilerine bir de kendi yararları yönünde valilerin ve ordu kumandanlarının isyanları eklenince, kargaşa, daha da karmaşık bir hal alarak artıyordu...
Daha önce, Öldürülen IV. Kılıçarslanın henüz bir bebek olan oğlu III. Gıyaseddin Keyhusrevin, vezir Müineddin Süleyman Pervane tarafından tahta oturtulmuş olduğunu ve tüm devlet işleyişin Pervanenin kontrolu altına girmiş olduğunu, yazmıştım. Tahta oturtulduğunda bir bebek olması nedeniyle kendi döneminde yaşanan kötülüklerden sorumlu tutulamıyacak olan III. Gıyaseddin Keyhusrev, -Müslüman olmuş- Il Kağanlığı Sultanı Ahmed Teküder ve Budist inanca bağlı önceki Il Kağanı Abaghanın oğlu Arghun arasında yaşanan taht kavgasında yanlış tarafta olduğu için, 1284 yılında, -babası Rükneddin IV. Kılıçarslan gibi- Moğollar tarafından idam edilecekti. Hanedanın anıt-mezarına gömülen son selçuklu sultanı O, III. Gıyaseddin Keyhusrev olacaktı...
Daha önce yazmış olduğum gibi, Moğollara karşı olduğu için tahtını yitiren, Bizansa sığınan, Moğolların baskısı sonucu Bizans İmparatoru tarafından 1262 yılında Enez Kalesine hapsedilen, ve buradan Kıpçak Kağanı Berkenin ordusu tarafından kurtarıldıktan sonra öleceği 1279 yılına dek Kırımda varlıklı ve sakin bir yaşam süren II. İzzeddin Keykavusun en yaşlı oğlu Giyaseddin II. Mesud (Ghiyas ad-Din Masud II, yönetimi, 1285- 98 ve 1303- 08), III. Gıyaseddin Keyhusrevin idam edildiği günlerde -iktidar hırsı ile- Kırımdan Anadoluya dönecekti. Babası Moğolların elinden kaçmış olan Giyaseddin II. Mesud, Moğollar tarafından Selçuklu tahtına oturtulacaktı. O, tahtta oturuyor olmasına karşın, gerçek iktidar sahibi olamayacak, tam bir Moğol kölesi, kuklası olarak konumunu sürdürecekti...
Giyaseddin II. Mesudun başkenti Konya değil, Kayseri olacaktı... Zaten 1300 yılına girilirken, Anadoluda birsürü göreceli küçük beylikler türemişti. Rum Selçuklu Sultanlığının sınırları, şimdiki İç Anadolu Bölgesinden dahi küçük bir alanı kapsamaktaydı. Örneğin Ankara, bu sınırların dışında kalmaktaydı. Il Kağanlığının yeni Kağanı Arghun, zaten küçülmüş olan Rum Selçuklu Sultanlığını ikiye ayırıp, Batı tarafını, Konyayı, idam ettirmiş olduğu Sultanın, III. Gıyaseddin Keyhusrevin iki küçük oğlunun yönetimine bırakmıştı. Anlamış olacağınız gibi Arghunun bu uygulaması, Sultanlığın Batı tarafını ve Konyayı idam ettirmiş olduğu kişinin oğullarına, diğer tarafı da tahta oturttuğu kişiye, yeni kuklası Giyaseddin II. Mesuda bırakmış olması, şeytani ölçüce kurnazca, ve sonderece hainane bir uygulamaydı... Arghun, ölüme yolladığı kişinin oğulları ve yakınları ile yeni kölesini karşı karşıya getirerek taraflar üzerindeki denetimini güçlendiriyor, kendisini hedef olmaktan çıkartıyordu...
Konya tarafları, aslında, daha çok Karamanoğulları Beyliğinin etkisi altındaydı... Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Il Kağanlığının elindeydi. İyice küçülmüş Küçük Ermenistan dışında Anadolunun ve Suriyenin Akdeniz kıyıları, Mısır ve birtakım Filistin limanları dışında kalan tüm Doğu Akdeniz kıyıları, Il Kağanlığının sınırları içinde idi... Çandaroğulları, İsfendiyar Oğulları, Germiyan Oğulları, Aydın Oğulları, Saruhan Oğulları, Menteşe Oğulları, Eşref, Sahib Ata, Karamanoğulları gibi beyliklerin arasında, Anadolunun kuzeybatı ucunda, yakın gelecekte büyük bir imparatorluk olacak olan Osman Oğullarıda vardı...
Giyaseddin II. Mesud, 1286 yılında, Küçük bir askeri güçle Konya üzerine yürüyüp, iki küçük kardeşi, Arghun tarafından Konya tahtına oturtulmuş olan III. Gıyaseddin Keyhusrevin iki küçük oğlunu öldürecek ve kente elkoyacaktı. Yine O, II. Mesud, beraberinde Moğol birlikleri ile, 1286 yılında Germiyan Oğullarına karşı, ve diğer Türkmen beyliklerine karşı üst üste seferler düzenleyecekti. Bu askeri seferlerin asıl hedefleri, göreceli daha iyi organize olmuş olan Germiyanoğulları ile Karamanoğulları idi... Onun Il Kağanlığı adına düzeni bu sağlama amaçlı seferleri, yeni Il Kağanı Arghunun bilgisi ve istemi dışında değildi. Anlaşılan, Anadoluda yaşanan bu ölçüde bölünmüşlük, hem kargaşayı beslemekte, ve hem de yaşanan kargaşa ile birlikte Il Kağanlığının Anadoludan sağlamakta olduğu gelirleri düşürmekteydi...
Daha önce, Il Kağanlığının da aynı yıllarda iktidar kavgaları sürecine girdiğini, Baydu Kağanın 5 Ekim 1295 günü Mahmud Ghazan tarafından öldürüldüğünü, ve iç mücadelelerin Mahmud Ghazan döneminde de (1295- 1304) sürdüğünü yazmıştım... Sözkonusu iç çatışmaların yaşandığı süreçte, bazı Moğol kumandanlarının ve Türkmen beylerinin İl Kağanlığına karşı sürdürdükleri başkaldırıların, ve entrikaların otasında çaresiz kalmış Giyaseddin II. Mesud, 1297 yılında, Il Kağanlığının merkezi Tebrize davet edilecekti. Tüm iktidarsızlığına karşın ondan hesap sorulmaktaydı...
Sonuçta II. Mesud, duruma egemen olamadığı için, ve yaşananlar nedeniyle özür dileyecekti ama, yine de tahtı elinden alınacak, ve ölüme mahkum edilecekti. Fakat cezası hemen infaz edilmeyecekti... Giyaseddin II. Mesudun eşi Moğol hanedanından olduğu için, O, Tebrizde hapse atılarak postu kurtarabilecekti... Giyaseddin II. Mesud, yazmış olduğum gibi, kariyer hırsı ile -Moğollardan kaçmış olan- babasını Kırımda bırakıp Anadoluya dönmüş, ve Il Kağanlığının kuklalığını kabullenerek ikiye bölünmüş Selçuklunun doğu parçasının sözde sultanı olmuştu... Bu sonu nedeniyle Ona, II. Mesuda acımak gerekirmi bilemiyorum ama, tarihin helezonu içinde sürüklenmiş olduğu sınıflı toplum bataklığında Pandoranın kutusunu çoktan devirmiş olan ve kendi kötülükleri içinde debelenen insan soyuna bir ölçüde acımak gerekir herhalde...
Giyaseddin II. Mesudun yerine, III. Alaaddin Keykubad (yönetimi, 1298- 1302) Selçuklu tahtına oturtulacaktı. III. Alaaddin Keykubad, daha önce Moğollar tarafından tahttan uzaklaştırılmış ve son yıllarını Kırımda geçirmiş olan II. İzzeddin Keykavusun yeğeni idi. Türkmenler Onu güçlü biçimde desteklemekteydiler. Aslında Oda gerçek iktidardan uzak bir Moğol kölesi konumundaydı... Türkmenler tarafından desteklenen III. Alaaddin Keykubadın tahta oturmasına karşın isyanlar durmayınca, ve olaylara III. Alaaddin Keykubadın adı da karışınca, Il Kağanı Mahmud Ghazan, Onu yakalatıp idam ettirtecekti. İdam cezası henüz infaz edilmemiş olan ve Tebrizde tutulan Giyaseddin II. Mesud, 1303 yılında, Mahmud Ghazan tarafından yeniden Selçuklu tahtına oturtulacaktı. Görüldüğü gibi, Rum Selçuklu Sultanları, Il Kağanlarının oyuncağı haline helmişlerdi; onlar tarafından kolayca tahttan inidirliyor, tahta oturtuluyor, veya hatta rahatca idam ettiriliyorlardı...
Bazı tarihçilere göre, II. Mesudun 1308 yılında ölümü ile Anadolu (Rum) Selçuklu Devleti sonbulmuştur. Diğer yandan, Prof O. Turan, kendi kaynaklarına dayanarak, II. Mesudun 1310 yılına dek tahtta kaldığını ve ölümünün ardından Selçuklu tahtına III. Gıyaseddin Keyhusrevin oğlu V. Kılıçarslanın oturmuş olduğunu yazmaktadır. Yine Prof O. Turan, Hiristiyan Arab tarihçisi Mufazzal bin Ebîl-Fezâilden aktararak, 1307de halen tahtta oturan II. Mesudun Sultanlığının göstermelik olduğunu da yazmaktadır. Yine Prof. O. Turan, aynı tarihçiden aktararak, 1310 yılında, İl Kağanı Olcaytunun Anadoluya tam anlamıyla egemen olduğunu, yazmaktadır. Mısırlı tarihçi Makîzî ise, Sultan Mesudun 1318 senesinde öldüğünü, hanedanın bu yıla dek hüküm sürdüğünü, belirtmektedir... Kısacası, Moğol kuklası durumuna sürüklenmiş Anadolu Selçuklu Devletinin son günleri hakkındaki kaynaklar, birbirlerini tam tutmayan bilgiler vermektedirler...
Yine Prof O. Turanın yazdığına göre, Müneccimbaşı, Selçuklu hanedanının 1318 yılında sonbulduğunu kaydetmektedir. Ona göre, Anadolu valiliğine atanan Timurtaş, Selçuklu hanedanını yoketmiştir. Hanedandan bazıları, dağlara kaçıp uç beylerine sığınmışlardır. Karamanoğulları, kullanabiliriz düşüncesi ile, şehzadelerden birkısmını birsüre gizlemişlerdir ama, sonunda onlar da Selçuklu hanedanına sırtlarını dönmüşlerdir... Prof O. Turana göre Hamdullah Kazvin, 1334 yılında yazdığı tarihte, Selçuklu saltanatının adının kalmadığını belirtmiştir... Daha önce ifade etmiş olduğum gibi, 1 Aralık 1335de Abu Saidin ölümünün ardından, İl Kağanlığıda darmadağın olmuş, tarih sahnesinden ebediyen çekilmiştir... Kısacası, her iki devletin yokoluşları da aynı zamana rastlamıştır...
Sınıflı toplumun acımasızlıkları, şiddeti, entrikaları, hileleri, kötülükleri, yalanları, büyük acılar çekmiş Alevi toplumunun şu özdeyişi üretmesine yardımcı olmuştu: Geçme namert köprüsünden ko sel apartsın (alsın götürsün) seni, yatma tilki gölgesinde, ko arslan yesin seni!. Hem Anadolu Selçuklu yöneticilerinin yaklaşık tümü, özellikle ülke Moğolların eline düştükten sonra yönetici olanların tümü, hem de Moğol Il Kağanlığı yöneticileri, iktidar hırsı, kariyer hırsı, kazanç hırsı ile hiç düşünmeden hem namert köprüsünden geçmişlerdir ve hem de rahatca tilki gölgesinde yatmışlardır... Aynı düzen, günümüzde de kirliliğini ve şiddetini arttırarak sürmektedir...
Kısacası, sanki kaderleri birbirlerine bağlı imiş gibi, önce, Anadolu (Rum) Selçuklu Devleti (1318), kısa süre sonra da bu devleti köleleştirmiş olan İran Moğol İlhanlı Devleti (1335) tarih sahnesinden bütünüyle silinmişlerdir. Şüphesiz buradaki kaderleri ifadesi, sadece lafın gelişi gereği, sonuçları ile birlikte toplumsal-tarihi süreçleri ifade etmek amacıyla söylenmiştir. Aslında, her iki devletin de yokoluş nedenleri, yukarıda özetlenmiş olan tarihi süreçlerin içinde gizlidir. Bu nedensellikler en ağırından en hafifine dek ayrıntılı olarak incelenebilirler şüphesiz. Fakat en genel anlamı ile biz bunu, akan zamanın içinde değişen nesillerin farklı sorunları, farklılaşan ruh halleri, yine nesillerin değişen inançları, yaşamla ilgili olarak nesillerin değişen motivasyonları olarak özetliyebiliriz. Bunun yanında, değişen karmaşık iç ve dış toplumsal ilişkiler, iktidarın getirdiği çürüme ve bu çürümenin süreç içinde derinleşmesi, çöküşün bir başka önemli nedenidir. Diğer yandan, ilişki içinde olunulan, içinde varolunulan dünyadaki değişimler, yeni güç merkezlerinin doğması, döneme özgü yeni yoğun göç dalgaları, sözkonusu çöküşleri hazırladı diyebiliriz...
Ne Anadolu (Rum) Selçuklu Devletini ve ne de İlhanlı (İl Kağanlığı) Devletini kuranlar ve bu kurucuların motivasyonları, dünyaya bakış biçimleri, ve toplumların sınıfsal ve kültürel yapıları ve dış ilişkileri zaman içinde aynı kalmıştır. Ayrıntılı olarak gözlenebilecek bu değişim, toplumların çözülme süreçlerini, çöküşlerini hızlandırmıştır... Örneğin, Moğol İlhanlı (İl Kağanlığı) içinde İslamiyet güçlü bir şekilde gelişir ve yine eski güçlü İran/ Pers ve Sasani kültürleri toplumun üst sınıfları içinde egemen duruma gelirken, bozulan savaşcı aşiret kardeşliği ile birlikte iktidar kavgaları da güç kazanmıştır. Aynı dönemde, İlhanlının köklerinde duran ve temelleri Cengiz Kağan (1162- 1227) ve Onun oğlu Kubilay Kağan (1215- 94) tarafından atılmış olan ve Moğolistan ile Çine egemen konumdaki Yüan Hanedanıda (1206- 1368) çürüme süreci işine girmiş, İlhanlı ile bağları kopmuştur. Diğer yandan, Sibirya düzlüklerinden Ukraynanın en batısına dek uzanan ve başlangıçta İlhanlı ile kardeş olan Altın Ordu devleti, süreç içinde İlhanlının sadece rakibi olmuştur... Kısacası Moğollar, akan zaman ve karşılaşmış oldukları yeni kültürler ve zenginlikler içinde, aynen akan bir nehrin kaynağından farklılaşması gibi, Orta Asyanın savaşcı ve dayanışmacı Moğolları olmaktan, kendileri olmaktan çıkmışlar ve karıştıkları yeni okyanusun içinde kaybolup gitmişlerdir. Aynı gerçek Türkler için de geçerlidir...
Sözkonusu yıkılışlar, ileride Osmanlı İmparatorluğu adı ile anılacak ve 600 yılı aşkın süre doğuda ve batıda çok geniş bir alana, parçalanmadan önceki Roma İmparatorluğunun egemenlik alanına yakın bir alana hükmedecek olan bir imparatorluğun kuruluşu için ortamı hazırlayacaktı. Yukarıda adı geçen iki devletin çöküşü ile bir uç beyliğinin, Söğüt-Domaniç bölgesine yerleştirilmiş olan uç beyliğinin önünü açmıştı...
Tarihçilerin ifadelerine göre, dönemle ilgili belgelerin yetersizliği sonucu, Ertuğrul Gazi önderliğindeki aşiretin Kayı boyundan olduğu tartışmalı olsa da, bu aşiretin yerleşmiş olduğu Söğüt-Domaniç bölgesi, Bizansa en yakın sınır olması nedeniyle, Anadolu Selçuklu ve Moğol İlhanlı baskısı kalktığında, sözkonusu aşiretin Batıya doğru genişlemesini kolaylaştıracaktı. Önemli ticaret yollarına da yakın olan bölge, bir imparatorluğun temellerinin atılabilmesi için coğrafi avantaj sağlamaktaydı...
Yine aynı coğrafi bölge, birbirleri ile savaşmakta olan Bizans merkez-kaç unsurların birkısmının sözkonusu aşiret ile de dostluklar kurabilmesine olanak tanımaktaydı. Örneğin, tekfur olarak anılan Bizanslı Hiristiyan feodal beylerden Köse Mihal (Mikhail, Mikael) ve bu kişiden gelen Mihaloğulları, Osmanlının kuruluşunda ve ileride Balkanlarda yayılışında önemli roller oynayacaktı... Hatta bazı tarihçilere göre Bizans egemenliği altındaki aynı bölgede yaşamakta olan halkın yapısı da sonderece karışıktı. Muhtemelen bunların birkısmı Bizans yönetimi tarafından sınırların korunması amacıyla bölgeye yerleştirilmiş eski İskit ve Sarmat konfederasyonlarından halklardı, Alan (şimdiki Osetler) halkından topluluklardı. Muhtemelen bunların birkısmı Hiristiyanlaşmış Kıpçak ve Oğuz Türklerinden unsurlardı... Ertuğrul Gazinin ve devlete adını veren Osman Gaziin sözkonusu topluluklarla ilişkiler ve ittifaklar geliştirmeleri hiç te zor değildi... Ayrıca Bizansda, başlangıçta, Kayı aşiretini tehdit olarak görmemiş, bu aşireti düşmanlarına karşı kullanmaya çalışmıştı. Bizans, Söğüt-Domaniç bölgesine yerleştirilmiş olan sözkonusu aşireti, Balkanlarda tehdit oluşturan Sırplara, Katolik unsurlara karşı kullanma hesabına girmişti... Kısacası, coğrafi ve tarihi koşullar, Ertuğrul, ve daha sonra Osman Gazi önderliğindeki aşiretin önünü açmaktaydı... Sonuçta, yaşanan gelişme, Anadolu (Rum) Selçuklu Devletinin ve İl Kağanlığının (İlhanlı) çöküşleri, Birinin ölümü, diğerinin ekmeği! biçimindeki İsveç özdeyişini doğrular yönde Ertuğrul Gazinin ve özellikle Osman Gazinin önlerini açacaktı...
Şüphesiz ileride Osmanlı İmparatorluğunun sonu da gelecekti... Özellikle dünyanın batısında yaşanan yeni toplumsal ekonomik ve kültürel değişimler, yeni ticaret yollarının, denizaşırı yeni sömürgelerin bulunuşları ile başlayan yeni uluslararası süreçler, Batıda kapitalizmin ve bunun gereksinim duyduğu bilimin ve teknolojinin gelişmesini hızlandırırken, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu içinde daha çok milliyetçi akımların, merkez kaç güçlerin önü açılacaktı. Kısacası, gelişmeye ayak uyduramayan bu devasa imparatorluğun sonu, başlayan idari ve toplumsal çürüme ile birlikte gelecekti...
Yusuf Küpeli, Eylül 2013
|
Yusuf Küpeli, BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU ÜZERİNE ÇOK KISA NOTLAR
Yusuf Küpeli, ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ, YA DA RUM SULTANLIĞI VE İLK HAÇLI SEFERLERİ ÜZERİNE KISA
Yusuf Küpeli, ALTAY DİL GRUBU VE TÜRK DİLLERİ VE KÜLTÜRÜ ÜZERİNE KISA GENEL BİLGİLER
Yusuf Küpeli, MISIRIN KISA GEÇMİŞİ, İSLAMLAŞMASI, FATIMİ MISIR, MISIRDA TÜRK HANEDANLAR, ZENGİ HANEDANI, EYYUBİ MISIR, MEMLUKLULAR, VE BİR KIPÇAK TÜRKÜ OLAN BAYBARS ÜZERİNE KISA NOTLAR
Yusuf Küpeli, ALTIN ORDU (GOLDEN HORDE) YA DA KIPÇAK KAĞANLIĞI ÜZERİNE NOTLAR
Yusuf Küpeli, Hedefteki Müslüman Halklar ve İslam
|